Zamanı ölçmek için takvim, saat gibi bizim icat ettiğimiz araçlar kullanırız. Ama zamanı bize hissettiren şeyler bunlar değildir. Asıl zaman, tüm varlıklarda gördüğümüz değişim ve harekettedir. Çocukların büyümesine, mevsimlerin değişmesine, bir yerden bir yere giderken geçirdiğimiz süreye bakarak zaman diye bir şeyin varlığına karar vermişizdir. Değişim ve hareket yoksa, zaman da yoktur.
Bazen tarihte pek az şeyin değiştiğini, zamanın durduğunu düşündüren olaylarla karşılaşırız. “Tarih tekerrür ediyor” diyenler buna bakarlar. Tabii ki tekrar diye bir şey yoktur. Ama, lafın doğrusu, bazı şeyler değişmeden kalabiliyor, ya da öyle algılamamıza yol açacak kadar ağır değişiyor. Bu kadar felsefe yeter, sadede gelelim.
Görece yeni sayılabilecek bir kent müzesi, Museum of London, son derece ilginç bir sergi düzenledi. Londra’nın Gizli Nehirleri adını taşıyan bu sergide, görünürdeki Thames nehrinin dışında, caddelerin, sokakların altından akan nehirler hakkında bilgi veriliyor. Ayrıca aynı müzede o büyük ticaret ve sömürge canavarı Batı Hindistan Kumpanyası’nın tarihine ve zenginlik kaynaklarına ilişkin son derece ilginç malzemeler ve bilgiler sunuluyor. Museum of London Docklands, No.1 Warehouse, West India Quay, London E14 4AL adresindeki bu müzeyi, sömürgeciliğin, ticaretin ve gemicilik teknolojisinin sırlarını merak eden okuyucularımıza şiddetle tavsiye ederiz.
Gizli nehirlerin Londra kültür tarihindeki yerine bakınca, bazı geleneklerin ve alışkanlıkların değişmeden kaldığına ya da çok az değiştiğine tanıklık edebiliyoruz. Örneğin, Londralıların “klozet kültürü” hakkında öğrendiklerimiz çok çarpıcı. Temizlik konusunda titiz olanlar sergiyi mideleri bulanmadan gezemezler, uyarmış olalım. Londra’nın o zamanlar açıkta akan nehirleri, Thames dâhil kanalizasyon olarak kullanılıyordu ve kentin bütün pisliği açıkta akıyordu. Nehir, leşlerle, hatta bazen insan cesetleriyle karışmış lağım sular yüzünden dayanılmaz derecede pis kokuyordu. Londra’daki büyük veba salgınının sebebi olarak görülen bu pislik, yüzyıllar boyunca devam edip gitmiş.
Peki, sular böylesine kirliyken, insanlar nasıldı? Bir zamanlar, banyo yapmanın tehlikeli olduğuna çünkü zehirli havanın ruhlara girmesine sebep olduğu yolunda bir inanç varmış ve bu yüzden yılda en fazla bir kere yıkanılırmış!
Bu konuda Dr. Ali Erkan Balcı’nın söylediklerine kulak verelim:
“1500’lü yılların İngilteresi’ndeyiz. İnsanların çoğu Haziran’da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran’da hâlâ çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki ‘banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın’ (Don’t throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.”
Bugün hâlâ kimi evlerde lavabolarda sıcak ve soğuk muslukları ayrı ayrı akarlar ve lavaboya doldurulan suyla el yüz yıkanır. Belki hâlâ kimi Londralılar, bütün gün o suyu boşaltmadan ailece ellerini yüzlerini aynı suyla yıkıyordur!
Zaman, lavabolarda donmuş kalmış diye düşünmemek mümkün değil.