İlkokul çocuklarının da bildiği gibi, bu topraklar üzerinde egemenlik süren taç sahipleri “İngiltere Kralı, ya da Kraliçesi” sayılabilmek için epey bedel ödemişlerdir. Tarihin tozlu sayfalarını karıştırdıkça, tozdan çok kral-kraliçe dökülür.
Masalların dünyasında kraliçeler genellikle kötü kalpli ve komplocudur. Buna karşılık prensesler, bir prens tarafından öpülene kadar iyi, güzel ama mutsuz tiplerdir. Masallar çoğu zaman halkın bilinçaltının karmaşası içinden hayatın doğrularını anlatır. Kraliçeler hakkındaki bu yorumun çok da yersiz olmadığını tarih de kabul eder.
Üzerinde ekmek peşinde koştuğumuz toprakların tarihinde boy göstermiş kraliçeler şöyle bir geçsinler bakalım hafızamızdan!
I.Elizabeth ( 1533 –1603), tarihi karmakarışık hale getiren ve pek çok kelle uçurmakla ünlü VIII. Henry’nin kızıydı. Aşırı derecede beyaz bir tenle doğduğu için, hayalet olduğu söylenerek öldürülmek istendi ancak annesi tarafından kurtarıldı. Elizabeth 3 yaşındayken, annesinin kafası, zina yaptığı gerekçesiyle babasının emriyle kesildi. Hayli korkunç ve karmaşık komplolar ve iç savaşlar sonunda kraliçe oldu. Hiç evlenmediği için –ki bu konuda rivayet muhtelif- “Bakire Kraliçe” olarak tarihe geçti.
Yaşadığımız krallığın bir diğer kraliçesi I.Anne (1665 – 1714),bir beceriksiz olarak yazılmıştır tozlu sayfalara. Siyasi bakımdan oldukça başarısız, yakışıklı Danimarka Prensi olan kocasından başka dostu olmayan ve babası Katolik olduğu halde amcasının etkisiyle Protestanlığı seçecek kadar da iradesiz bir kadınmış. Bir de acıklı annelik hikâyesi var. Tam 18 kere doğurmuş ama çocuklarının hepsi ölmüş.
Kraliçe namıyla hüküm süren, iktidar sahibi olan kadınların en ünlüsü ve müthiş emperyalist çağın başlangıcını temsil eden Victoria’dır. “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” büyük ölçüde onun zamanında yükselmiştir. Sömürge halklar üzerindeki baskı ve zulmün ölçüsü, imparatorluğunun dünyasından daha büyüktü. Onu ve çağını anlatmak bizim sayfalarımızın boyunu çok aşar. Heykellerine bakarken elinde tuttuğu küreye dikkat etsek anlarız, nasıl bir iktidarın tepesinde oturduğunu.
18 yaşında tahta çıktı. Kuzeni Prens Albert’la evlendi. Biliyoruz ki, krallarla evlenen kadınlar kraliçe olur ama kraliçelerle evlenen erkekler kral olmaz. Kocası hep “Prens Albert” olarak kaldı, Kraliçeye 9 çocuk doğurttu ve Kraliçe 42 yaşındayken öldü. Bu yüzden hep siyahlar içinde gezen Victoria, İmparatorluğun iç ve dış politikalarında belirleyici bir rol oynadı. Geleneksel İngiliz muhafazakârlığı onun zamanında egemen siyaset olmanın da ötesinde toplumsal bir kültür halini aldı. “Tutuculuk” ve “Victorian ahlak” özellikle kadınların hayatını cendereye almak için eşsiz bir yol gösterici haline geldi. Simsiyah giysiler içindeki yaslı ve insanlığa küsmüş kadın, önce ve ağırlıkla kadınların hayatını zehir eden kuralların yaratılmasına ve egemen kılınmasına öncülük etti.
Gelelim son Kraliçe’ye. II.Elizabeth, Victoria’nın kraliçelik süresi rekorunu kırdı ve böylece tarihe geçti. Başka da bir marifeti görülmedi. İngiltere’nin inişe geçtiği dönemin Kraliçesi olduğu için adını zafer masalları, büyük iktidar başarıları süslemiyor. Kraliçe olması da oldukça alengirli bir saray mizanseninin sonucu olmuştu. Babası öldükten sonra kral olması gereken amcası, Hitler hayranı bir kadına âşıktı ve kendisi de Nazizm’e yakın görüşler taşıyordu. O dönemde İngiltere’nin önde gelen düşmanına hayran birinin kral olması, yine bir başka Hitler hayranının da onun yanında kraliçe olması sarayın kıdemli derin güçleri tarafından yakışıksız bulundu. Halka açıklanan gerekçede, “soylu olmayan bir kadına âşık olması dolayısıyla tahttan feragat ettiği” söylendi, ite-kaka saraydan kovulduğu gizlendi. Aldı sevgilisini gitti ülkeden ve Elizabeth böylece kraliçe oldu.
Kraliçelerin tarihi, barbar kralların tarihiyle başlar. Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde ortaya çıkan ve köleciliğe son vererek feodal çağın başlamasına yol açan barbarlar, esas olarak savaşta ustalaşmış, kıyıcılıkta sınır tanımayan şefler öncülüğünde Avrupa’ya yayıldılar. Şefler güçlendikçe egemenliğin babadan oğla geçmesi âdetini getirdiler ve başlarına birer taç geçirdiler. Roma yıkıldıktan sonra Avrupa’da ve her zaman kendisini Avrupa’nın dışında gören İngiltere’de barbarlıktan gelen krallar ve onlara bağlı daha küçük boyda barbar şefler, yeni adlarıyla kontlar, lortlar, senyörler falan egemen oldular ve “asiller” tabakasını oluşturdular. Astığı astık, kestiği kestik kralların vahşetinin kökeninde yağmacı barbarlık vardır. Bu yüzden de, doğuşundan günümüze kadar halk yığınlarının özgürlük ve kendilerini yönetme talepleri daima onların değişmez düşmanlıklarının hedefi olmuştur.
Bütün masalsı süslerine, halkların bilinçaltına kazıdıkları yücelik ve yenilmezlik görüntüsüne karşın tarihi bakımdan çoktan ömürlerini tüketmiş hortlaklar gibi yaşıyorlar. Kokmaya başlamış cesetlerini layık oldukları yere gömme zamanı gelmiş de geçiyor.
Şimdi o ünlü marşta söylendiğinin aksine, kitlelerin haykırması gereken şarkı, “God Save The Queen” değil, “God save me from the queen”, ya da daha iyisi, “I must save myself from the queen” olmalıdır.