Çağlar boyunca insanlığın en temel özlemi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik üzerine kurulmuş adaletli bir toplumda, bolluk içinde ve sağlıklı yaşamak olmuştur. Bunu bazen inançlar içinde ifade etmiş, kimi zamanda isyanla, ayaklanmayla kurmak istemiştir. Fakat ilk kez sistemli bir toplum tasviri halinde yazmak, Thomas More adlı bir İngiliz aydınlanmacısının başarısı olmuştur. Eserine UTOPİA adını vermiştir. İdeal bir toplum içinde, kardeşçe, eşit ve neredeyse yasasız yaşayan insanların yurdudur burası.
Ütopya’nın yazarı, Avrupa’nın Ortaçağ’dan çıkış sancıları çektiği bir dönemde, Fransa, İtalya, Hollanda ve Almanya’da, büyük bir yenilenme düşüncesinin doğup geliştiği bir ortamda hayal ettiği yeni bir dünya özlemini dile getirmiştir.
Thomas More, Kral VIII. Henry’nin yanında onun hayran olduğu bilge öğretmeni olarak büyük bir itibar sahibiydi. Fakat Kralın, özel hayatındaki ahlaksızlıklarına kendi keyfine göre din icat ederek kılıf uydurmaya çalışmasına şiddetle karşı çıktı ve bunun cezasını o bilgi dolu kafasını cellâda teslim ederek ödedi. Zaten önceden şöyle söylemişti: “Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı, insin gitsin tahtından.”
Nasıl bir dünya düşlüyordu Thomas More?
Utopia’nın öteki kentlerinden ne daha büyük ne de daha güzel olan başkent Amaraute, surları, taş köprüleri, geniş ve çamursuz sokakları, rahat evleriyle, temizliği ve ferahlığıyla zamanın büyük kentlerine hiç mi hiç benzemiyordu. Bu rastgele uydurulmuş bir kent tasviri değildi. Zira zamanın Londra’sı, sokaklarından lağımlar akan, derme çatma evlerde binlerce yoksulun yaşadığı bir kentti. Zorla başlarını soktukları daracık evlerde sürünerek ölünceye kadar yaşamak zorundaydılar. Thomas More, bu korkunç manzaraya bakarak, Utopia’lıların her on yılda bir, numara çekerek, evlerini değiştirebildiklerini, başka bir güzel ve sağlıklı eve taşındıklarını hayal etmişti. Bu kural, diğer yandan mülkiyet duygusunu “terbiye” ediyordu. More, ömür boyu aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamayacağını biliyordu. Ona göre, böylesine köleleştiren bir mülkiyet duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekirdi.
Utopia’da para diye bir şey yoktur. Her evin başı, çarşıya gidip, istediği kadar eşya ve yiyecek alır. Her şey bol olduğu, herkes de yöneticilere güvendiği için, çarşıdan gerektiğinden fazla eşya ya da yiyecek almak, aklından bile geçmez bir Utopia’lının.
Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda bir demokrasi olan Utopia’da, bu eşitliğin bir simgesi olarak, herkes bir örnek giyinir. Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları arasında bazı küçük ayrımlar vardır. Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı öteki Utopia’lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde “hem güzellik, hem de rahatlık aranır.”
Utopia’lılar, kıymetli taşları cilalayıp, oynasınlar diye küçük çocuklara verirler. Bunların pırıltısından ilkin hoşlanan çocuklar, büyüyünce bebeklerinden ve öteki oyuncaklarından vazgeçtikleri gibi, bunlardan da vazgeçerler. Yıldızların, ayın, güneşin ışığını görebilen yetişkin bir insanın, elmasların cılız pırıltısına kapılmasını, aklın alamayacağı kadar saçma bulur Utopia’lılar. Onun için Utopia’lılar, tabaklarla kupalarını, güzel işlenmiş topraktan ya da camdan; en bayağı ev eşyasını da, yani lazımlığı da, altından yaparlar.
Utopia’da yasa sayısı çok azdır; çünkü bu toplumun üyeleri hem kusursuz bir biçimde eğitilmiş ve örgütlenmiştir; hem de özel mülkiyet olmadığı için, neyin kimin malı olduğunu saptamaya çalışan ve Avrupa’da yıllarca süren davalara ve bunlarla ilgili yasalara gerek yoktur. “Bir insanın, ya okuyamayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia’lılar.”
Thomas More, 500 yıl önce düşünüp söyledi bunları. Kendisinden üç yüz yıl sonra bu hayali bilimsel bir programın konusu haline getirmek, Karl Marx’ın işi oldu.