Takvim yaprakları 24 Ocak 1993’ü gösteriyor. Ankara kar altında. Arkadaşım Emrah’la Konur Sokak’taki İletişim kitabevinde Tanıl Bora ve Melih Pekdemir’in memleketin bitmeyen derdi ‘Türkiye’de demokrasinin sorunları’nı tartıştığı paneldeyiz. Etkinlik devam ederken Tanıl Bora’nın önüne bir not geldi. Asık yüzü, düğümlenmiş sesiyle notu bizimle paylaştı. Gazeteci Uğur Mumcu suikasta uğramış! Salonda kaygılı bir uğultu dolaştı, sonra sessizlik…Kısa süren bir tereddütten sonra panele devam etme kararı alındı. Melih Pekdemir’in ağzından, Adalet Ağaoğlu’na ait olduğunu söylediği bir cümle döküldü: ‘Bir gün hiç almamış gibi yapamayacağın bir telgraf alırsın…’
O gün aldığımız haber almamış gibi yapamayacağımız bir telgraftı. Mumcu’nun cenaze töreninde Ankara sokaklarında yüzbinlerce kişiydik. Maktulün politik görüşlerine çok katılmasak bile bize çekilen telgrafa cevap verdik. Üç maymunu taklit etmek, onlardan rol çalmak, gözlerinin bağlandığı, başında sorgucuların bulunduğu mekânda anlamlıdır belki. Fakat diğer zamanlarda bilmek, görmek, duymak, bunlardan kendine vazife çıkartmak ve hareket etmek insanı ahlaklı kılar zannımca. Hayatımın ondan sonraki dönemlerinde, bana ulaşan bütün telgraflara cevap vermeye çalıştım nefesim yettiğince. Etliye de sütlüye de karıştım…Dünyanın her köşesi haksızlık ve adaletsizlikle sallanırken gözünü kapatmaya çalışanlar böyle yaparak haysiyetle ölme haklarını kaybettiklerini düşünürler mi acaba? Haksızlık ve adaletsizliğin olduğu yerde kimse korunaklı kalamaz.
Mahir Çayan ve arkadaşları (hepsinin adlarını bilirim ve saygıyla anarım) Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in yakalanmalarını kendilerine çekilmiş bir telgraf olarak düşünüp harekete geçtiler. Tarihe Kızıldere Katliamı olarak geçen eylemde canlarını ortaya atmalarının sebeplerinden biri de devrimci ahlaklarıydı. Sol politik aktörlerin dünyada ve Türkiye’de birbirleriyle dayanıştıklarını, ortak eylem gerçekleştirdiklerini biliriz. Kızıldere olayı ise dünyada eşi benzeri olmayan bir eylemdir. Bir örgüt başka bir örgütün liderlerini kurtarmak için harekete geçer ve en önemli militanlarını kaybeder. Onları o gün harekete geçiren sadece politik kararları değil adaletsizliğe karşı eyleme geçme pratiğidir aynı zamanda.
Haksızlığa ve şiddete karşı tavır almanın yolları çok çeşitli artık. Sokaklar, vicdanlı ve ahlaklı insanların adaletsizliğe karşı buluştuğu alanlar olmaya devam ediyor ve etmeli. 21. Yüzyılın ilk on yılı geride kalırken dünya siyasi tarihinin en eski ve çetrefilli sorunlarından Filistin-İsrail meselesi yine çatışmaya dönmüş, barış pazarlıkları hareketlenmişti. Londra’da savaş karşıtı koalisyon Filistin’de barışa çağrı yapan bir dizi gösteri düzenlenmişti. O gösterilere siyasi yelpazenin her ucundan binlerce insan katıldı. İngiltere’nin solcuları, o günlerde İsrail’e karşı eyleme geçmiş Hizbullah’ı destekleyen Müslüman gruplarla yan yana protesto eylemlerindeydi haftalarca. Barış isteyen, vicdanlı ve ahlaklı kişiler, Nasrullah resimlerinin arkasından yürümekte hiçbir beis görmedi. Mesele bize çekilen telgrafı almamış gibi yapmamak, haksızlığa karşı durmaktı. Renkli saçlı, şortlu, Londra’lı barış aktivistlerinin sakallı cübbeli Hizbullah liderinin resimlerini taşımaları görülmeye değerdi doğrusu…O protestolardan birinde Arapça döviz taşıyan Müslüman bir kızın yanına gittim, ‘Ne yazıyor bu dövizde?’ diye sordum. Kız gülümseyerek cevap verdi, ’Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!’ dedi. Sokağa çıkmak insanı özgürleştirir. Mesela, seküler hayatımızın diğer alanlarında mesafeli durduğumuz bir politika yapma biçimiyle bizi yan yana getirir, bir ortak derdimiz olabileceğini/olduğunu hatırlatır.
Haksızlık ve adaletsizlik karşısında susanlar rahatça yaşayıp sessizce öleceklerini düşünmemelidir. Çünkü haksızlık ve adaletsizliğin olduğu yerde kimse korunaklı kalamaz…