Ana Sayfa Blog Sayfa 50

Seçime Doğru

Türkiye’de milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimleri 14 Mayıs’ta yapılacak. Toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren bu seçimlerde, bir tarafta tek adam diktatörlüğünü savunan Cumhur İttifakı, bir tarafta da tek adam diktatörlüğüne karşı Millet ve Emek ve Özgürlük İttifakları ve sol güçler var. Emek ve Özgürlük İttifakı ve sol güçler ile Millet İttifakının fiilen mutabık kaldığı ortak payda, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına son vermek.

Bu ortak payda ülke genelinde çoğunlukla kabul görmüş durumda. Bunu yapılan anketlerde görmek mümkün. AKP ve MHP’nin omurgasını oluşturduğu Cumhur İttifakı bütün anketlerde kaybediyor. Aynı zamanda daha önceki seçimde AKP’den milletvekili olmak için başvuranların sayısının 7 bin 329’dan, bu seçimde 6 bin 25 kişiye düşmesi AKP’ye olan ilgi azalmasını göstermektedir.

Bugün ülkede her alanda boğazına kadar suça batmış bir rejimle karşı karşıyayız. Bu rejim, başta işçiler, kadınlar, çocuklar, gazeteciler olmak üzere toplumun çoğunluğuna karşı suç işleyen bir rejimdir.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG Meclisi), 2021 yılında yayınladığı rapora göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2021’e kadar iş cinayetlerinde 28 bin 380 işçi hayatını kaybetti. Bu rejim, iş cinayetleri davalarında devletin sistematik cezasızlık politikasını sürdüren rejimdir.

Kadın cinayetleri de her yıl kat be kat arttı. CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun hazırladığı rapora göre, 2002 ile 2022 yılları arasında 7 bin 186 kadın erkekler tarafından katledildi. Bu rejim, kamuoyunda “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ni feshederek, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran rejimdir.

Çocuk istismarı gündemden hiç düşmedi ve sistematik bir hal aldı. TÜİK verilerine göre, sadece 2014-2017 yılları arasında 7466’sı erkek, 51818’i kız çocuk olmak üzere 59284 çocuk cinsel istismara maruz kaldı. Bu rejim, ENSAR Vakfı yurtlarında 45 erkek öğrenciye tecavüz edildiğinde, “bir kerden bir şey olmaz” diyen çocuk düşmanı rejimdir.

Gazetecilere yönelik hak ihlâlleri, habere yönelik engellemeler, medya kuruluşlarına yönelik baskılar sistemli bir şekilde yürütüldü. 2002 ile 2020 yılları arasında CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun hazırladığı rapora göre 721 gazeteci tutuklandı, çok sayıda gazete ve haber sitesi kapatıldı. Bu rejim basının halka gerçekleri aktarmasını engelleyen, basının yüzde doksanını kontrolü altına alan, sermayesine sermaye katıp yalan makinesi gibi kullanan rejimdir.

Bu rejim, 28 Aralık 2011’de Roboski’de 19’u çocuk 34 kişiyi TSK’ye ait savaş uçaklarıyla bombalayarak katleden Kürt düşmanı bir rejimdir. Bu rejim 20 Temmuz 2015 Suruç’ta 31 ve 10 Ekim 2015’de Ankara’da 103 sosyalisti katleden, yüzlercesini yaralayan emek, demokrasi ve barış düşmanı bir rejimdir.

Yukarda bahsettiğimiz cinayetlerin araştırılması için çoğunluğu HDP ve CHP tarafından Meclis’te verilen önergeler AKP/MHP oylarıyla reddedildi.

Bu rejim sadece katliam yapmadı, aynı zamanda milyarlarca dolar para çaldığı hazineyi boşalttı. Kamu kaynaklarını peşkeş çekti ve yandaşların kasalarını doldurdu. Gelinen aşamada ülkede açlık ve yoksulluk kol gezmekte ve Çoğunluk her geçen gün hızla yoksullaşmaktadır.

Sonuç olarak, 21 yıldır AKP, son 6 yıldır AKP/MHP rejimi ülkeyi her alanda enkaza çevirdi. Bu enkazdan çıkmak için 14 Mayıs’ta tek adam rejimini yıkarak bir çıkış bulmak mümkün.

 

Seçim sandığı mutlaka Kuzey Londra’ya kurulmalı

14 Mayıs’ta Türkiye’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleri için Birleşik Krallık’ta da oy kullanılacak. Londra’da faaliyet gösteren 16 dernek, inanç kurumu ya da çatı örgütü seçimler için “Britanya Seçim Koordinasyonu” kurulduğunu açıkladı. Koordinasyonun amacı özellikle yeni seçmenlerin kütüğe kaydolması için çaba göstermek, sandıklar kurulduğunda da seçmeni oy kullanmaya teşvik etmek. Koordinasyon ile britanyasecim@gmail.com e-posta adresiyle iletişime geçilebilecek.

Dostlar, şimdiden söylüyorum, toplumdaki seçmenin yüzde 80’i sol partilere oy verdiğinden, sandığa gitmelerini engellemek için Başkonsolosluk yine sandığı Batı Londra’da kuracak. Yüksek Seçim Kurulu’nun “her 500 seçmenin bulunduğu yere yakın sandık kurulur” ilkesi yine çiğnenecek. Bu ihlalin yasal sorumluluğu olduğunun altını çizeyim. Londra’daki seçmenin yüzde 80’i, oy vermek için, yaşadıkları Kuzey Londra’dan Batı Londra’ya taşınacak. Birçok engelli, yalnız anne, yaşlı ve işçiler oy vermeye gidemeyecek. Bundan dolayı Birleşik Krallık’ta seçime katılma oranı yurtdışı ortalamasının altında kalarak seçmenin üçte biri olarak gerçekleşecek.

Peki ne yapmalı? “Bu bir haksızlık“, “Seçim hilesi” diyerek gazetecilere yorum yapan göçmen dernekleri ve siyasi parti temsilcileri; Ankara’da Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) dilekçe göndermeliler. Siyasi partilerin Londra temsilcileri de parti merkezlerine durumu aktarmalı. Başkonsolos ziyaret edilerek, durumun önemi anlatılmalı ve Ankara’daki YSK’nin Londra’daki nüfus yoğunluğu konusunda doğru bilgilendirilmesi gerektiği vurgulanmalı. Geçmişte yaptıkları gibi, yetkililerin “Sandık güvenliği için Batı Londra” ya da “Uygun oy verme salonu bulmakta zorlanıyoruz” gibi saçma sapan söylemleri çürütülmeli. Kuzey Londra’da Alexandra Park ne güne duruyor? Üstelik çoğu oy kullanmak için İrlanda, Galler ve İskoçya’dan Londra’ya gelecekler için de Kuzey Londra çok daha yakın.

Peki ne zaman yapılmalı? Hemen bu hafta! Bütün muhalif güçler “AKP’ye Hayır Platformu”nda bir araya gelip, ilk iş olarak seçim sandığının batı Londra’nın yanı sıra Kuzey’e de kurulması için kolları sıvamalı. İngiltere’deki toplum iradesinin sandığa doğru yansıması için başkonsolosluk dahil herkese görev düşüyor…

 

Raflar neden boş?

Tüketim ekonomisinin sembol ülkelerinden olan Birleşik Krallık’ta bazı ürünlerin tüketimine sınırlama getirilmiş durumda. Birleşik Krallık’ta birçok zincir süpermarket, domates, salatalık, biber gibi en çok tüketilen sebzeler ve yumurta satışına kısıtlama getirdi. Eğer zamanında önlem alınmazsa, kısıtlama getirilen ürünlere yenileri eklenebilir.

İki dünya savaşı, ekonomik krizler ve Covid-19 pandemisi dönemlerinde dahi ülkenin gıda ihtiyacını karşılayan Britanya’nın çiftçileri üretimlerini neden azaltıyor? Çiftçiler tarımsal üretimden neden vaz geçiyor? Kuşkusuz bu sorulara verilecek en temel yanıt, gıda üretimi için artan maliyetler ve çiftçilerin artan bu maliyetleri ürünlerinin satışı ile karşılayamamaları. Çiftçilerin İngilizce üç “F” ile formüle ettikleri sorun; yakıt, yem ve gübre (fuel, feed, and fertiliser) fiyatlarındaki aşırı artışlar.

Savaş öncesinde başlamakla birlikte Ukrayna savaşının da olumusuz etkilediği hepimizin bütçesini zorlayan gaz ve elektrik fiyatlarındaki artışlardan çiftçiler de payına düşeni aldı. Ulusal Çiftçiler Birliği’nin verilerine göre, 2019’dan bu yana gaz fiyatları altı kat, gübre fiyatları ise üç kat arttı. Ve bu dönemde artan maliyeti karşılayacak durumda olmayan yedi bin tarım işletmesi kapandı. Üretim maliyetlerini artıran bir diğer unsur ise, iklim değişikliğinden kaynaklı ek giderler ve işgücü eksiği. Ulusal Çiftçiler Birliği, geçen yıl 60 milyon sterlin değerinde ürünün işgücü eksikliğinden dolayı tarlalarda çürümeye terkedildiğini açıkladı. Geçici tarım işgücü ihtiyacını düşük ücretle çalışmayı kabullenen Avrupalı işçilerden sağlayan Birleşik Krallık, çalışma izninden dolayı Avrupalı işçileri Brexit sonrasında artık istihdam etme hakkına sahip değil. Hükümetin izni ile geçici çalışma hakkı elde eden Avrupalı tarım işçileri için ayrılan kontenjan ise ihtiyacı karşılamanın çok uzağında. Mevcut uygulama, yıllık olarak 2 bini beyaz et sektöründe çalışmak üzere toplamda 40 bin geçici tarım işçisine altı aylık çalışma izni tanıyor. 40 bin kişilik kontenjanı yeterli bulmayan çiftçiler, mevsimsel tarım işçisi kontenjanının 15 bin daha arttırılmasını talep ediyor.

SÜREKLİ OLARAK ARTAN FİYATLAR ÜRETİMİ VE PLANLAMAYI ETKİLİYOR

Enerji düzenleme kurulu Ofgem’in verilerine göre, 2019’dan bu yana toptan gaz satış fiyatı yüzde 650 oranında arttı. Aynı dönemde gübrenin fiyatı yüzde 240, tarımsal dizel yakıtın fiyatı ise yüzde 73 oranında arttı. Ulusal Çiftçiler Birliği’nin verilerine göre, yem maliyetleri de yüzde 75 oranında arttı. Yine aynı dönemde rekor seviyelere çıkan enflasyonun neden olduğu belirsizlik yüzünden çiftçiler güvenilir bir şekilde planlama ve maliyet hesabı yapmadığı için üretim planlaması da yapamıyor. Bu da uzun vadede üretimde aksamalara neden oluyor. Bu sorunlardan dolayı Birleşik Krallık’ta tarımsal ve hayvansal ürünlerin üretimindeki düşüş haliyle raflara yansıyor.

2019 ile kıyaslandığında, Birleşik Krallık’taki yumurta tavuklarının sayısında 4.9 milyonluk bir azalma var. Hükümetin kendi istatistiklerine göre, 2019 öncesinde 42.7 milyon olan yumurta tavuğu sayısı yüzde 13 azalarak, 37.8 milyona düştü. Yumurtlayan tavuk sayındaki bu düşüş, yine istatistiklere yansıyan verilere göre, yumurta üretiminin 2022 üçüncü çeyreğinde 320 milyon adet azalmasına neden oldu. Yumurta üretimindeki azalmanın bir diğer sebebi ise 2021’den beri dünyayı etkisi altına alan kuş gribi.

ÜRETİMDEKİ DÜŞÜŞ DEVAM EDECEK

Raflarda eksilen ürünler arasında yer alan domates ve salatalığın Birleşik Kralık’taki üretimi azalmaya devam edecek. Domates ve salatalık üretimi, kayıtlarının tutulduğu 1985 yılından bu yana en düşük seviyede. 1985 yılında Birleşik Krallık’ta 92 bin ton domates ve 67 bin ton salatalık üretilmişken, 2021 yılında domates üretimi 68 bin, salatalık üretimi ise 55 bin tonda kaldı. Domates ve salatalığın üretimindeki düşüş devam ediyor. Birleşik Krallık’ta üretimi hissedilir oranda düşen tarımsal ürünler arasında armut ve tatlı biber de var.

Yem maliyetlerindeki artış, çiftçilerin ellerindeki ineklerin sayısını azaltmasına neden olmuş durumda. Çiftçiler uzun vadede zor durumda kalmamak ve üretimlerini devam ettirebilmek için ellerindeki ineklerin sayısını azaltmaya gidiyor. Süt ürünleri pazarlamacılarının çiftçilere verdiği destek artık sonuna gelmiş durumda. Süt üretimin yanı sıra et üretiminde de ciddi bir azalma var. Haziran 2021’de kasaplık sığır sayısı 1.485 milyon ile kayıtların tutulduğu 1996 yılından bu yana en düşük seviyeye kadar geriledi. Sığır eti üretimi de, 2019’dan bu yana azalıyor. 2019 yılında 914 bin ton olan sığır eti üretimi, 2019 yılında 889 bin tona düştü.

Sebze, meyve, süt ve et üretiminin yanı sıra İngiltere ve Galler’de bahçe tarımı ürünlerinin üretiminde de bir gerileme var. Geçen yıl yüzde 30’lara kadar düşen bahçe ürünlerinin üretimindeki düşüşün 2023 yılında daha da artması bekleniyor.

FAKİRLEŞEN ÜRETİCİLERLE ENERJİ, YEM VE GÜBRE TEKELLERİNİN REKOR KÂRLARI

Ulusal Çiftçiler Birliği hükümete bir çağrı yaparak, artan maliyetler karşısında çiftçilere destek verilmesini talep etti. Sadece Birleşik Krallık’ta değil, Avrupa çapında da çiftçiler daha az ürün ekti ve artan ısıtma ve aydınlatma maliyetlerinden dolayı kışın soğuk aylarında sera üretimine ara verdi.

Tarımsal ve hayvansal gıdaların üretiminin azalmasına neden olan yakıt, yem ve gübre fiyatlarındaki rekor seviyeye ulaşan zamlar milyonlarca insanın gıdaya erişimini engellerken, yakıt, yem ve gübre üretimini elinde tutan şirketlerin kârlarını rekor seviyelere çıkarıyor. Üretimi ve milyonlarca insanın gıdaya erişimini öncelikli sorun yapması gereken hükümet, tercihini şirketlerden yana yaparak, temsil ettiği sınıfa hizmeti seçiyor. Muhafazakar Hükümetin politik tercihinin bedelini milyonlarca yoksul ve dar gelirli yeterli gıdaya erişemeyerek, on binlerce çiftçi ise üretimi durdurarak ödüyor.

 

133 bin kamu işçisi greve çıkıyor

İngiltere’de kamu işçileri daha etkili grevlere hazırlanıyor. Bakanlıklarda, pasaport dairelerinde, sürücü kurslarında, iş ve işçi bulma kurumunda, gümrüklerde çalışan işçiler 28 Nisan’da greve çıkacak.

İşçilerin üye olduğu PCS sendikası tarafından yapılan açıklamada, toplam 123 ayrı işyerinde 133 bin işçi greve çıkacak. Daha önce 5 haftalık kesintisiz grev kararı alan pasaport dairesi işçileri, Nisan ayı boyunca grevde olacak ve grev 6 Mayıs’ta sona erecek.

“Pasaport dairesi 5 hafta kapalı kalacak”

PSC Genel Sekreteri Mark Serwotka, birçok işyerinde grev olacağını ve pasaport dairesinde 5 haftalık kesintisiz grev gerçekleştirileceğini açıkladı. Serwotka, 28 Nisan’da da tüm işyerlerinde 133 bin işçinin iş bırakacağını belirterek, “hükümet ve bakanlar ellerinde bir para ile masaya oturmadığı sürece mücadeleyi yükselteceğiz” dedi.

Başta ücret artışı olmak üzere taleblerini öne süren sendika, hükümetin bu talepleri yerine getirmemek için direndiğini belirterek, yeni grevlerin de planlandığını açıkladı.

Sendika, ücretlere en az enflasyon düzeyinde zam, emeklilik ve tazminat hakları, iş garantisi gibi taleplerde bulunurken, hükümet bu taleplerin yerine getirilemeyeceğini söylüyor.

PCS, 15 Mart’ta 100 bin öyesi ile greve çıkmıştı. 28 Nisan’da ise 133 bin işçi greve çıkıyor.

 

Sendikalar ve kampanya gruplarından iklim krizi için ortak eylem

Muhafazakâr Hükümetin giderek derinleşen iklim krizi karşısında verdiği sözleri tutmaması ve sorumluluğunu yerine getirmemesi kampanya grupları ve sendikalar tarafından ortaklaşa düzenlenecek bir dizi eylem ve gösteri ile protesto edilecek. Birleşik Krallık merkezli dünya çapında faaliyet gösteren Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion) tarafından planlanan protesto ve gösteriler 21 ve 24 Nisan tarihleri arasında Westminster Parlamentosu önünde gerçekleşecek.

Büyük Olan (The Big One) adı verilen dört günlük eylemlere 100 binden fazla kişinin katılması bekleniyor. Yokoluş İsyanı’nın düzenlediği eyleme PCS ve NUE sendikaları, Nükleer Silahsızlanma Kampanyası CND, Greenpeace, Black Lives Matter gibi yoksulluğa, savaşa, nükleer silahlanmaya, özelleştirmeye, kemer sıkma politikalarına, ırkçılığa, kadına yönelik şiddete ve ayrımcılığa karşı mücadele eden sayısız kampanya grubu da destek veriyor. Dört gün boyunca sürecek olan protestoların duyurusu Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı bünyesinde kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin iklim değişikliğinin mevcut durumunu ele alan 6. Değerlendirme sentez raporunu yayımladığı 20 Mart’ta yapıldı. Rapor, emisyon azaltım ve uyum çalışmalarına ayrılan finansmanın artırılması çağrısında bulunurken, Paris Anlaşmasında kabul edilen 1,5°C hedefine uygun pratikler içerisinde olunmasını talep ediyor.

İklim krizine ve hayat pahalılığına karşı mücadele birleşiyor

İklim değişikliğine karşı verilen mücadeleyi hayat pahalılığına verilecek olan mücadele ile birleştirerek, başta Muhafazakârlar olmak üzere Westminster parlamentosunda görev yapan ve her iki sorunun muhatabı olan milletvekillerinden izledikleri politikaları değiştirmeleri talep edilecek. Adı, sürekli yolsuzluklar, kendi koydukları kural ve yasaları tanımama, demokratik hakların gasp etme ile gündemde olan Muhafazakar Hükümete ve ona alternatif olduğunu iddia eden İşçi Partisi’ne güven tüm zamanların en düşük seviyesinde. İzlediği politikalarla temsil ettiği küçük bir azınlığın kârlarını rekor seviyelere çıkaran hükümet, iklim değişikliğiyle ekonomik krizi milyonlarca işçi ve emekçinin sırtına yıkmaya çalışıyor. Muhafazakarlar, neden oldukları tarihin en büyük krizleri karşısında birleşecek olan mücadeleci kesimleri etkisizleştirmek için her hafta parlamentoya yeni bir yasa tasarısı sunuyor. Muhafazakarların neden olduğu sorunlara karşı ayrı ayrı mücadele edenler, birbirlerinin sorunlarına sahip çıkarak ve mücadelelerini eylem alanlarında birleştirerek hükümetin politika ve saldırılarını protesto edecek.

Kumdan kaleler…

0

Bir çoğumuz küçük yaşlarda kumsalda kumdan kaleler yapmıştır ya da çocuklarımız yaparken izlemiştir. Kumdan kalelerin ömrü ilk dalga vurana kadardır.

Deprem bölgesinde şahit olduğumuz da, yüksek yüksek inşa edilmiş binaların aynı kumdan kaleler gibi ilk depremde yerle bir olmasıdır.

Bir acıya uzaktan bakmak…

Üzülsek de yaşam bir süre sonra normale dönüyor ya da çok etkilenmişsek duygularımızı tarif etmekte zorlanabiliyoruz. Ancak gördüğümüzde, dokunduğumuzda, konuşup sarılarak acıyı paylaştığımızda birçok şey netleşiyor; acı büyük, ama öfke net.

Afet durumlarında AFAD

Birçoğumuz uçak yolculuğu yapmışızdır. Eğer uçaktaki koltuğumuz acil çıkış kapısına denk gelmişse, görevli uçuş öncesi yanımıza gelip bizi uyarır, “Eğer uçuş sırasında herhangi bir sorun yaşanırsa, uçak tahliye edilirse insanlara yardım edecekseniz burada oturun, yoksa yerinizi değiştirebiliriz” der. Basit bir uçak yolculuğunda dahi acil durumda neler yapılacağı önceden planlamıştır.

AFAD da, ülkede yaşanabilecek ve acil durumlara müdahale etmek için kurulmuştur. Ancak 2022 bütçesinde yaklaşık 12milyar TL ayrılan AFAD’a 2023 bütçesinde yaklaşık 9 milyar ayrılmıştır. Çalışan sayısı yaklaşık 7000 olarak gözüken acil müdahale kurumu, öncesinde depremi ihtimalini rapor haline getirmiş olmasına rağmen, bu ihtimale göre konumlandırılmamış. Afet durumunda yardım edecek görevliler de enkazlarda kalmış. Yöneticileri ise büyük kentlerde keyif çatmaya bakmış!

Durumu daha da anlaşılır kılmak açısından şu hikayeye yeniden dikkat çekmekte fayda var. “Zamanın birinde Şair Eşref merkezi idare tarafından Kırkağaç Kaymakamı olarak atanır. Bölgeye giden Kaymakam incelemelerde bulunur. Kaymakamlık binasının bazı yerlerinden su kaçırdığını görür ve yardımcısına merkezi idareye bir yazı yazılarak tadilat için bütçe istenmesini söyler. Bir süre sonra merkezi idareden cevap gelir. Binanın detaylı incelemesi yapılarak nerelerinden su kaçırdığının tespit edilmesi ve detaylı çalışmanın merkezi idareye iletilmesi istenir. Kaymakam Şair Eşref Efendi dilekçeye bir cümlelik bir cevap yazar; ‘Kaymakamlık binasının muslukları hariç her tarafından su akmaktadır’ diye

Hikayedeki gibi, depremden zarar görmüş bölgelerde sadece AFAD değil, her yanıyla devlet yoktu. Güvenlik hariç…

Şehirlerin sesi

Yaşadığımız yerlerde şehrin bir sesi vardır. Trafik, çocuk sesi, sokak hayvanları, varsa ağaçların hışırtısı… Deprem bölgesindeki kentlerde bu sesler belirgin bir şekilde yoktu. Bölgeye ziyaretimiz Ankara’da başladı; öncelikle Emek Partisi genel merkezini ve Tüm Bel Sen sendikasını ziyaret ederek, onların deprem ile ilgili yürüttükleri çalışmalar hakkında bilgi aldık. Sonra Malatya’ya gittik; şehrin birçok yerinde yıkıntılar duruyordu, binalar boşaltılmıştı ve sokaklarda çokça insan yoktu. Tüm Köy Sen, Pir Sultan Abdal Cemevi, HDP ve Emek Partisi’ni ziyaret ederek, onları dinledik; durumu anlamaya, dayanışma duygularımızı paylaşmaya çalıştık.

Ertesi gün Kahramanmaraş-Pazarcık’taydık. Acı biraz daha büyümüş, şehir harabe şeklinde, sanki bir savaştan çıkmış gibi geldi bize. Narlı’yı ziyaret ettik, Şahin Tepesi ve Söğütlü köyleri bizi derin düşüncelere sevk etti. Depremin üzerinde yaklaşık 40 gün geçmişti ve halen barınma ve hijyen ile ilgili sorunlar olduğu gibi devam ediyordu.

Gaziantep’teydik, ancak Antep’in bazı bölgelerinde yıkım fazlaydı, her yer etkilenmemiş gibi insanlar sokaktaydı ve az da olsa sokağın sesi kulaklarımızdaydı. Nar Bilim Sanat Kültür Merkezi ve Birtek-Sen sendikası ile görüştük. Depremin ilk gününden beridir dayanışmamızı onlarla örmek için uğraş vermiştik. Sonraki gün yeniden Pazarcık içinden geçerek, Gölbaşı ve Adıyaman Merkez’de ziyaretlerde bulunduk. Dayanışma için kısa sürede ziyaret ettiğimiz yerler içerisinde Adıyaman “Acıyaman” olmuş, taş taş üstünde kalmamıştı. Şehrin girişinden itibaren yıkımın büyüklüğü göze çarpıyordu. İnsanlar donuk ifadelerle konuşuyor ve halen enkazdan cenazelerin çıkarıldığını anlatıyorlardı.

Umut ve Dayanışma Yaşatır

Bu kadar kötü tablo içerisinde, resmi rakamlara göre 50 binden fazla insanımızı kaybetmemize rağmen umutlu olmamızı gerektirecek birçok olay dinledik. Adıyaman’daki doktor arkadaşların dediği gibi “devlet aradan çekilse halk birbirinin yaralarını sarmaya yetkindir” ya da Şahintepesi köyündeki Elif ablanın dediği gibi, “devlet bize bugün lazımdı, oda ortada yoktu, biz cenazelerimizi kendimiz çıkardık, ama sizler olmasaydınız biz kimle ağlardık?” Narlı’daki gençlerin dediği gibi, “Üzülmeyin abi, biz birbirimize sarılıp yeniden güzel günler göreceğiz.

Bu kadar kısıtlı sürede ziyaret edebildiğimiz yerlerde ülkenin dört bir yanından gelmiş dayanışma gönüllüleri Gökyüzü Çadırlarında çocuklara eğitim vermek için uğraşıyorlar, Ekmek ve Gül gönüllüleri kadınlara koşuyorlar, dayanışma için bölgede olan emekçiler hiç tanımadıkları ailelerin çadırlarını ziyaret edip ihtiyaçlarını karşılamak için yağmur, çamur, soğuk demeden onlarla üzülüp onlarla gülmek için çaba sarf ediyorlar.

*Day-Mer Deprem Heyeti Üyesi

 

Yetkililer yanılıyor, mülteciler İngiltere’ye oteller için gelmiyor

0

Diane Taylor / Guardian

Başbakan Yardımcısı Dominic Raab, otellerin sığınmacılar için bir çekim faktörü olduğunu söyleyen ilk üst düzey politikacı değil ve muhtemelen sonuncusu da olmayacak.

Çarşamba günü hükümetin sığınmacıları barındırmak için otellere alternatif olarak askeri üsleri ve tekne, feribot gibi araçları kullanmayı planladığını açıklamasından önce medya turuna çıkan Raab, “İnsanları buraya çeken faktörlerden biri, buraya yasadışı yollardan geldikleri takdirde bir otele yerleştirileceklerini düşünmeleri. Bu sona erecek” diyordu.

Göç Bakanı Robert Jenrick geçtiğimiz Kasım ayında Sunday Telegraph’a verdiği demeçte “Otel Britanya”nın sona ermesi gerektiğini söylemiş, bundan bir yıl önce de dönemin İçişleri Bakanı Priti Patel, otellerin bazı sığınmacılar için çekici bir faktör olduğunu belirtmişti. Dışişleri Bakanı James Cleverly de kısa bir süre önce Sky News’de aynı iddiayı dile getirdi.

Bu bakanların, sığınmacıların lüks bir otel odası için mi tehlikeli yolculuklara çıktıklarını sorup sormadığı ya da hükümetin bu iddiaları destekleyecek herhangi bir araştırma yapıp yapmadığı bilinmiyor.

Pandeminin başlangıcında otel politikasının önemli ölçüde uygulanmaya başlamasından bu yana yüzlerce sığınmacıyla görüştüm ve hiçbiri otelde kalma fırsatını İngiltere’ye gelmelerinde bir etken olarak saymadı. Mülteciler bu ülkeye çeşitli nedenlerle geliyor ve bunlar iki kelimeyle özetlenebilir: güvenlik arayışı. Oteller hiçbir sığınmacının istek listesinde yer almaz ve birçoğunun otellerden haberdar olması bile olası değil. Aslında sığınmacılar otellere yerleştirilmekten de hoşlanmıyor. Otel odalarında kendilerini izole edilmiş hissediyorlar ve kendi yemeklerini pişirebilmek istiyorlar.

Hükümet, sığınma hakkını “hak ettiğini” düşündüğü mülteciler için çok sınırlı güvenli ve yasal yollar sunarken, bu yollara erişemeyen sığınmacıların buraya gelmeye devam etmelerinin gerçek nedenleriyle ilgilenmiyor.

İçişleri Bakanlığı, güvenli ve yasal yolların bulunmadığı ya da çok kısıtlı olduğu beş ülkeden gelen 12,000 sığınmacı için sığınma kararlarını kolaylaştırmaya yönelik kısa süre önce duyurduğu planda, Afganistan, Suriye, Eritre, Libya ve Yemen gibi belirli ülkelerden kaçan kişilerin büyük olasılıkla iyi niyetli mülteci koruma talepleri olduğunu kabul etti.

İngiltere’de sığınma talebinde bulunmak (henüz) yasadışı olmasa da, hükümet artık sığınmacılardan yasadışı göçmenler olarak bahsediyor. Bu düşmanca ve negatif terim, sığınmacıların kim olduklarına ve kaçtıkları koşullara dair kolektif bir unutkanlık yaratılmasına yardımcı oluyor.

Hükümet kaynaklı bu hafıza kaybı kısa vadeli siyasi ya da seçim hedeflerine yardımcı olabilir, ancak İngiltere’nin ve güvenli ve istikrarlı ülkelerdeki diğer hükümetlerin karşı karşıya olduğu sorunun temelini gizliyor. Çok sayıda mülteci hareket halinde. Bunların büyük çoğunluğu İngiltere’ye gelmiyor olsa da, meselenin tek taraflı olarak değil uluslararası düzeyde ele alınması gerekiyor.

Tekneleri durdurun” ya da “Otel kullanımına son verin” gibi sloganlar gidişatı düzeltmez.

Sığınmacıların tehlikeli yolculuklara çıkma ve Kuzey Fransa’da aşırı kalabalık sandallara sıkışma nedeni konforlu otellerde kalabilmek değil. Aslında yerleştirildikleri otellerin gerçeği kemirgenler, küf ve çocukların kilo kaybetmesine neden olacak kadar kötü yiyeceklerden ibaret. Ancak sığınmacılar için güvenlik, ne kadar kötü olursa olsun yaşam koşullarından her zaman daha önemlidir.

Eğer hükümet sığınmacıların kim olduğu ve onları İngiltere’ye iten nedenler hakkındaki gerçeklerle yüzleşmezse bu sorunu asla çözemeyecektir.

Otel kullanımına son verme planı, sığınmacılar kadar hükümetin alkış almayı umduğu seçmenler tarafından da memnuniyetle karşılanacaktır. Ancak konaklama yerlerini otellerden askeri üslere, gemilere ya da teknelere çevirmek, ölüm kalım kararıyla karşı karşıya kalan insanların buraya gelme nedenlerini ortadan kaldırmayacak!

 

Sesimi duyan var mı?

Yaz dediler. Gördüğün, duyduğun, hissettiğin ne varsa yaz. Yaz ki daha çok insana ulaşabilelim. Kelimelerle tarif edilemeyecek acıları, yaşanmışlıkları dilimiz kuruyana dek anlatmak boynumuzun borcu oldu artık. Ne olur yaz!

Nereden başlamak gerekiyor, nasıl anlatsam bilemiyorum. Kendimi uzun uzun anlatmak istiyorken bir yanım, diğer yanım susma hakkımı kullanmak istiyor çoğu zaman. Bazen düşünceler arasında kayboluyor, bazense düşünmekten kaçıyorum olup biteni. Çok garip! Bu denli yıkıcı bir depremin ardından yaşananlar, felaketin şiddeti, hatalar ve ihmaller silsilesi aslında ülkedeki yapısal işlevsizliği de pespaye bir şekilde ortaya koymaya yetiyor.

Malzemeden çalınarak inşa edilen denetlenmemiş binalar, paragöz ve beceriksiz müteahhitler, çürük binalara verilen imar afları, canhıraş başlarını bir çatıya sokmaya çalışan afetzedelere satılan çadırlar, geciken yardımlar ve kurtarma ekipleri, on binlerce insanı göz göre göre ölüme terk eden vasıfsız, liyakatsiz görevliler, fay hattında kırılan hayatlar, üstüne arsızca gülmekten kendilerini alıkoyamayan devlet erkanı… Öte yandan onca şeye rağmen ısrarla halinden memnun olan “ahmaklar”… O kadar büyük bir acı ki yutkunamıyorsunuz bile!

Yazıp yazıp siliyorum hep, toparlayamıyorum cümlelerimi. Bir şeyler yolunda değil ve inatla her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleri geliyor aklıma. “İnsan yüzü güzeldir, Çirkindi bunlarınki, İnsan yüzü sıcaktır, Soğuktu bunlarınki, Elleri el değildi, Eli andırıyordu….Gözleri göz gibiydi, Bakışsızdılar! Göğüse benzer bir kafesti taşıdıkları; İçinde yürek yoktu…”

Çocukluğumun geçtiği, sokaklarını arşınlamaya, kırlarında çiçekler toplamaya, derelerinde oynamaya, semalarında uçurtmalar uçurmaya, toprağına doyamadığım kadim şehrimin üstüne kara bulutlar çökmüş meğerse. Jose Saramago’nun “Körlük” kitabında tasvir ettiği sahnelerin gerçek olmuş haliydi adeta her yer, her şey, herkes. İnsanlar kör değildi, ama kimsenin gözü bir şey de görmüyordu aslında. Enkaz altında sevdiği olanların derdi canlarına ulaşabilmekken, cenazesi olmayanın derdi ise karnını doyurmak, yavrusunu korumak, sırtını pek tutmaktı. Susuz kalmıştı kentim, çürümeye yüz tutmuş ceset kokuları içinde karanlığa bürünmüştü. Taşından toprağından bereket fışkıran Hatay sokakları bir savaş filminin platosunu andırırcasına tuzla buz olmuş bir şekilde karşımda duruyordu öylece. İlk adımlarım, ilk arkadaşlıklarım, ilk sevişlerim, sevilişlerim, mutluluklarım, çocukluk aşklarım, ağlayışlarım… Hepsi gitmişti topyekûn. Medeniyetler şehri Hatay’ım; Türk, Kürt, Yahudi, Ermeni, Hristiyan, Müslüman, Alevi, Sünni’siyle parçalanmış binaların molozları, betonları altındaydı şimdi. Sanki o mutlu günler hiç yaşanmamış gibi, bir tarih kaybolmuştu, hem de onca insanla, hikâyeyle birlikte. Bir tarafta enkaz başlarında çaresizce iniltiler içerisinde bekleyen insanlar, öte tarafta yan devrilen binaların yıkılma ihtimaline karşı can korkusu, her köşe başında ısınmak için yakılan ateşler ve talan olmuş sokaklarda karga tulumba taşınan çorapsız çocuklar, yaşlılar ve hastalar. Gördüklerim çivilendi adeta belleğime. Ahh ne mutlu yaşamıştık bir zamanlar oysa bu kentte!

Bilirim, geride kalanlar, depremzedeler, herkes, hepimiz onca zaman geçmesine rağmen hala o enkazların altında yaşıyoruz. Bedenlerimizden göç etmemiş olsak da, ruhlarımız başka bir diyara göç etti yitip gidenlerin ardından. Biz artık o biz değiliz, ben artık o ben değilim. Memleketin hali uyutmuyor beni. Uyutmasın kimseyi. Depremle sarsılan ruhum bize dayatılan ve reva görülen bu hazin sonun hesabını sormak için bedenimi sarsıyor uyandırmak için adeta beni. Uyuyamıyor aklım, ruhum. Vakit birbirimize tutunma vakti, hesap sorma vakti. “Mutluluk bölünmez bir bütündür. Başkası mutsuzsa sen de mutsuzsun” diye ifade etmiş Suat Derviş. İşte tam da ordayım herkes gibi, içim içime sığmıyor, sığamıyor.

Senelerdir başa gelen iktidarların utanmadan nemalandığı, ırkçılığın bilinçli bir şekilde körüklendiği ülkemin her meşrebinden, her meslekten vatandaşı yardıma koşmuştu 4. gün Hatay’a vardığımda. Haşmetli iktidar erkânından da önce onlar oradaydı. Birlikte sarmaya çalışıyordu herkes yarasını. Ama devlet yoktu. Göz göre göre yardım göndermeyen katil ruhlu iktidar intikam alırcasına yalnız bırakmıştı Hatay’ı. Sosyal medyaya yansıyan haberlerden sonra gönderilen göstermelik yardımlar ancak 4. günden sonra ulaştı dehşet saçan enkaz bölgelerine. Ses varken ekipler yoktu, ekip varken ekipman yoktu, ekipman varken artık ses yoktu maalesef! Geç gelen yardım enkazlar altında bir umut kurtarılmayı bekleyen tüm sevdiklerimizi can çekişe çekişe ölüme sürükledi yazık ki. Değil saatler, dakikalar bile ömre bedeldi deyim yerindeyse. Biçare şekilde enkaz başlarında günlerce aç susuz bekledik hepimiz, bir umut sevdiklerimiz kurtarılıncaya dek.

5. günün sonuna doğru ziyarete gelen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar paşazadelerini gördüğümde tutamadım kendimi. Var gücümle dilime geleni söyledim. “Geç kaldınız bakan bey! Marifetinizi görmeye mi geldiniz? Yoksa herkesin öldüğünden emin olmaya mı diye?” Dahasını da söyledim var gücümle hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile. İçim acıyor. Nasıl da sindirilmiş herkes, nasılda bastırılmışlar? Korkudan mıdır yoksa takatsizliklerinden mi bilemedim, insanlar ancak belli belirsiz “konuş kız konuş” demeyi başarabildiler. Akabinde birkaç kişi benim gibi yanında korumaları ve yandaş basını ile gelen bakanlara birkaç kelam etmeye çabaladılar sitem edercesine. Bu sırada beni benden alan ölümcül vuruşu, karşı kaldırımda duran daha sonradan öğrendiğim tesettürlü Almancı bir hemcinsim yaptı. Hem de biri bizim enkazda diğeri arka sokakta olmak üzere başka bir enkazda yakınlarının kurtarılmasını bekliyorken. “Sus kız terbiyesiz! Sen utanmıyor musun bakan beyle böyle konuşmaya” dedi bana kendince ağzımın payını vererek. Kulaklarıma inanmamıştım, ama duyduklarım ve gördüklerim gerçekti. Bunca yaşanana rağmen bir kadın ısrarla putperestlik yapmaya ve padişahin kulu olmaya direniyordu. Ahh yazık! Yazık ki ne yazık! Aklıma Nazım Hikmet’in dizeleri geliyor o günden bu yana. “Sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.”

Umutsuzluğa kapılıyorum artık ülkemin insanları için. 7.8 şiddetindeki deprem dahi uyandıramadıysa bizleri, gayri yola gelmez bu düzen diye kederlenmekten alamıyorum kendimi. Oysa ne güzeldi tüm mozaiği ile bu ülke, bu şehir. Koca bir yelpaze idik rengârenk. Nasıl da güzellik katıyorduk bu topraklara? Geride kalanlar kimsesiz, işsiz ve şehirsiz uyanıyor artık sabahlarına. Kırdılar kanadımızı caniler. Yok olmamız, ayrışmamız için ellerinden geleni artlarına koymadı pek hürmetli devlet erkanı. Gelen gideni aratır dedikleri bu olsa gerek. Her gelen bir öncekini aratır oldu olmasına da, bu gelenin üzerine söylenecek söz bulamıyor insan.

Yüzlerce kez yazıldı, çizildi bilirim bu durum. Çok söz söylendi bu dolandırıcı, kan emici vampirlerin tüm açıklarını ortaya dökmek için. Onca insanın dilinde tüy bitti de bir bunlar bitmedi gitti başımızdan. Ah be kardeşim! Her şey ne kadar da net oysa. Memleketimizin üstüne çöken bu leş kargaları yiye yiye bitiremedikleri ülkenin kaynaklarından öte artık canlarımızı almaktan da hiç çekinmiyorlar. Nitekim parçala, böl ve yönet politikası ile gidilen bu yolda büyük bir kesimin Alevi olduğu güzelim Hatay’a günlerce yardım göndermemekle kalmadı hükümet, üstüne enkazdan bir can kurtarabilelim diye imkanı olanların ellerinden kendi temin ettikleri vinç ve iş makinelerini da aldı utanmadan.

Bu kalp ağrısı ve bunca travma ile biz geride kalanlar nasıl devam edeceğiz hayatlarımıza, bilemiyorum. Halamların başına çöken 5 katlı bina sanki bizim başımıza da yıkılmıştı artık. İnsanoğluyuz işte! Özümüz yokluk görmüş bir kere, fukaralıktan mı gelme bilemiyorum, insan çaresizlikten dizlerini nasıl da dövüyormuş işte o gün anladım. Ancak, 6. günün sonunda ardı sıra bir bir çıkarıldı halam, eniştem ve hayatının baharında bakmaya kıyamadığımız gencecik kuzenim.

Bunca insanın enkaz altlarında can çekişerek ölmesine vesile olan tüm sorumluların hepsi için dileğimdir. Göreceksiniz! Hepiniz bu dünyada yaşayacaksınız cehennemi. Bu son. Bir daha ölmeyeceğiz, öldürtmeyeceğiz birbirimizi. Göz yummayacağız bu katliamlara.

UYAN ARTIK sevgili ülkem! Bu bir savaş! Bunların gönüllü esirleri olmaktan vazgeç artık. Ne zaman bir birey olarak benliğine saygı duyup bu toprağın her bir insanı için, işçisi, emekçisi, çocuğu, kadını, engellisi, ayırmaksızın, dili, dini ne olursa olsun sahip çıkacaksın geleceğine? Aslında biliyorlar biz onlardan çok daha güçlüyüz. Bir sen bilmiyorsun, “Yedi kere de deprem olsa, altılı masaya oy yok” diyen kendinden bihaber kardeşim. Bir sen bilmiyorsun, görmüyorsun, duymuyorsun! Sana daha nasıl ulaşabiliriz, ben de bunu bilmiyorum. Dindarı, dinsizi, ırkı ne olursa olsun işçiyiz biz, emekçiyiz! Biz üreteniz. Çiftçisiyle, işçisiyle, ellerinde nasırıyla halkın ta kendisiyiz. Bu ülkenin her bir canı ayrı ayrı kıymetli. Bil bunu! Sen ben yok. BIZ VARIZ! Vazife belle kendine bundan böyle. Bu yolda yürümek için, aydın bir ülke için kendini kurban etmekten vazgeç ve gör artık nasıl da istismar edildiğini, gerek din ile, gerek mezhep, gerekse ırk ile. Nasıl da aklına, insanlığına hakaret edildiğini? Nasıl da bu insafsızlara içeceği suyu ellerinle, kovayla taşıdığını gör. Biziz bu bu ülkenin bel kemiği. Biziz geleceğimizi aydınlatacak olan. Kazma da bizde, kürekte, balta da, orak da. Biziz bunların sonlarını getirecek olan elbet, başka kimse değil. Ve yine biziz kötülerin attığı dipsiz kuyulardan birbirimizi çıkartabilecek olan. Ah bir olup göremedik, bilemedik elimizdeki gücü. Bir bilemedik adam akıllı ses çıkarabilmeyi haksızlığa, yalana, dolana, yetimin hakkını yiyen bu insan müsveddelerine karşı. Bir bilemedik; kadını, çocuğu, hayvanı, doğayı korumayı. Göremedik ki haysiyetimizle, aklımızla dalga geçen bu kan emicilere su taşıdığımızı sen-ben davası yüzünden. Buydu işte istedikleri. Bir canımız vardı, onu da aldılar göz göre göre; çaldılar yaşamlarımızı, sevdiklerimizi elimizden, daha ne olsun? Asıl büyük yıkıntı enkazlar altında yitip giden onca can, onca nefes, onca anıdan ibaret değil aslında. Bir ömür yakamızı bırakmayacak ruhlarımıza sinen keder de, hafızalarımıza nakşedilen ömrümüz boyunca burnumuzun direğini sızlatacak sahneler de. Onun için son kez enkaz altındakilere ulaşmaya çalışırken var gücümüzle bağırdığımız gibi sesleniyorum şimdi sizlere. SESİMİ DUYAN VAR MI?

“Zerre kadar anlamadıkları şeyler hakkında konuşuyorlar. Sırf aptallıkları sayesinde kendilerinden bu kadar eminler”! Franz KAFKA’ya ait bu sözler geçiyor aklımdan o günden bu yana.

Starmer’den Corbyn’in milletvekili adaylığına yasak!

İngiltere’de İşçi Partisi yönetimi, Jeremy Corbyn’in seçimlerde partiden aday gösterilmemesini talep eden önergeyi kabul etti. Corbyn, Parti demokrasisine yönelik utanç verici bir saldırı dedi.

İngiltere’de ana muhalefetteki İşçi Partisi’nin Merkez Yürütme Kurulu (NEC) salı günü toplandı. Başkan Keir Starmer’in önerisiyle, eski parti lideri Jeremy Corbyn’in gelecek seçimlerde İşçi Partisi’nden milletvekili adayı olamayacağına karar verildi.

Starmer’ın önergesi 12’ye karşı 22 oyla kabul edildi.

Jeremy Corbyn, NEC kararının açıklanmasının ardından konuşarak, bu kararın “parti demokrasisine ve parti üyelerine yönelik utanç verici bir saldırı” olduğunu söyledi. Corbyn, hükümetin baskıcı, yoksullaştırıcı ve ayrımcı politikalarına karşı “her zamankinden daha cesur bir alternatif” sunmanın vaktinin geldiği bir sırada Starmer’inbirleşik ve demokratik bir parti kurma taahhüdünü bozarak, bizzat İşçi Partisi üyelerinin haklarına yönelik bir saldırı” başlattığını söyledi.

Tüm yaşamını, temsil ettiği Islington North seçmenleri adına daha adil bir toplum amacı doğrultusunda geçirdiğini belirten Corbyn, bu karar karşısında sessiz kalmayacağını vurguladı.

BAĞIMSIZ ADAY MI OLACAK?

İşçi Partisi’nden adaylığının NEC tarafından onaylanmayacağının belli olmasının ardından Jeremy Corbyn’in siyasi hayatına nasıl devam edeceğine dair tartışmalar da hız kazandı.

Basında yer alan yorumlarda, Corbyn’in açıklamasında seçim bölgesi olan Islington North’ıtemsil ettiğini ve geri adım atmayacağını vurgulamasının bundan sonraki süreçte bölgeden bağımsız milletvekili adayı olma ihtimalini öne çıkardığı ifade ediliyor. Corbyn’e ayrı bir parti kurması yönünde çağrılar yapılırken, Starmer ve ekibi Corbyn’e destek verenlere partinin kapısının gösterileceği tehdidini savuruyor.

STARMER NE YAPMAK İSTİYOR?

Keir Starmer’ınantisemitizme geçit yok” kisvesi altında başlattığı Corbyn’i siyaseten yok etmeye yönelik bu saldırısı, aslında Corbyn’den fazlasını hedef alıyor. Starmer, başbakan olmayı hedeflediği bir sonraki seçimler öncesinde hızla İşçi Partisini “partinin solundan” arındırmaya çalışıyor. Bu bakımdan Starmer’in eski Başbakan Tony Blair’ın partideki mirasını savunan politik tutumu ile Corbyn’i İşçi Partisinden uzaklaştırmaya yönelik “antisemitizm” bahaneli saldırısını bir arada değerlendirmek gerekiyor. Anlaşıldığı kadarıyla Starmer, İşçi Partisini, Muhafazakar Partinin politikalarına yakın bir yere taşımayı hedefliyor.

Bu tutuma dair en yakın örneklerden biri, Starmer’ın grevler konusundaki kararıydı. Starmerülkede geçen yıl yaz aylarından bu yana grevlerle birleşerek büyüyen işçi hareketiyle parti arasına büyük bir çizgi çekti ve parti üyelerine grev çadırlarına gitmeyi dahi yasakladı.

İşçi Partisinin lideri ayrıca ülkedeki savaş karşıtı koalisyon ile de karşı cephede yer almayı seçti. Starmer kendisinin liderliğinde, NATO’ya bağlılığın devam edeceğini taahhüt eden ve Corbyn’in de bir parçası olduğu Savaşı Durdurun platformunu (Stop the War Coalition) NATO’nun düşmanlarıyla bir olup Rusya’yı desteklemekle suçlayan bir yazı kaleme almıştı.

Starmer yazısında şöyle demişti: “Kimse savaş istemiyor. NATO’yu kınayan siren seslerine ilk bakışta bazı solcular sempati duyabilir. Ancak NATO’yu kınamak, Moskova’dan gelen kılıç şakırtıları giderek yükselirken (…) NATO’nun sağladığı demokrasi ve güvenlik garantisini kınamaktır.

Bunun yanı sıra Starmer’in savunma bütçesinin artırılması talebini ve Muhafazakar Partinin bu yönde alacağı kararlara destek vereceğini söylediğini ve ayrıca yabancı sermayenin ülkeye gelmesi için iş dünyasıyla ilişkileri sıkılaştıracağına dair Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmayı da hatırlatmak gerek. Yani aslında Corbyn’in ve temsil ettiği siyasetin bir engel olmaktan çıkarılması gereği, Starmer’in parti liderliğini sağlama alma çabasından daha fazlasını ima ediyor.

Ayın Artizi: İçişleri ve Seçimlere Hazırlık Bakanımız Süheyla Cüretkar

0

Türkiye’ye diş taktırıp saç ektirmeye gitmiştim, birkaç sayı yazamadım kusura kalmayın. Eh artık dişleri çekince fazla da konuşamadım, kafayı kaşımaya da pek olanak olmadı, onun için yazamadık işte. Eski toprağız ne de olsa, bir şeyleri söyleyemeyip düşünemiyorsak yazmıyoruz, sade artiz olmaya dikkat ettiğimizden de değil hani. Yeni formumla dinleyin şimdi dişlerim gibi inci, saçlarım kadar gür sözlerimi.

Neyse memleketten dönüp de deprem haberleri ile ortalık gayet dünyevi bir mahşer ve seferberlik yerine döndükten sonra, biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık, eşe dosta gittik,müşterilere haber ettik destek vermeleri için, birlikte çalıştığımız cash-carrylerde kim görse yanımıza geldi, iyidir şu İngilizler, Britanyalılaşan bizler, etkilenen halka yardım etmeye çalıştık, ama elden ne gelir. Ortalığın durumunu siz biliyorsunuz.

Biz depremden etkilenenlere burada oturum verilsin diye dolaşan imza kampanyasını imzalarken elden gelen de İçişleri Bakanı Suella Braverman teyzemiz ve açıkladığı yasadışı “Yasadışı Göç Yasası” oldu. Uluslararası insan hakları anlaşmalarına aykırı olmasına rağmen yasaya göre buraya sığınmak üzere gelenler bile denizde tutulacak, başka ülkelere gönderilecek veya olması olanaksız olduğu anlaşılsa da, Ruanda’ya hotele gönderilecek. Bir de bir sürü başka teferruat. Denizin üzerinde gezdirdikleri prefabrik otelin görüntüleri de ekranlarda bugünlerde. Ailelere ve çocuklara değil, bekar sığınmacılar içinmiş. Sadece böyle deprem gündemiyle çakışması değil; Britanya’da grev üzerine grev olup biter ve halk geçim sorunundan daha da fazla etkilenirken, başka dert yokmuş gibi, bu çıkışıyla Suella teyzemizböylelikle ayın artizi olmayı fazla fazla haketti.

Dallas dizisini hatırlarsanız orda çıkan Sue’nin ismini vurmuşlar teyzemize, ikisi de Afrika göçmeni Hintli olan ana-babası. Braverman soyadıyla da aslında bir Süheyla Cüretkar vakasıyla karşı karşıyayız bu arada, adını koyalım. Bizimki tutturmuş barrister olacam diye, orda burda çalışmış 2015’e kadar. Annesi de muhafazakar encümen, ona yardım etmiş, 2005’de Leicester’de aday olmuş kaybetmiş, sonra da 2015’de milletvekili seçilmiş. Azılımilliyetçi Brexit yanlısı muhafazakarların European Research Group’unun sekreterliğini yaptıktan sonra, 2018’de dönemin başbakanı Theresa May’in Brexit anlaşmasına karşı çıkarak, AB’den Çıkma Deparmanı’ndaki görevinden istifa etmiş. Sonraki başbakan Johnson onu başsavcı atadığında artizlik yıldızı belirmeye başladı. Teyzemiz geçen yaz gerçekleşen Muhafazakar Parti liderliği yarışına aday oldu, ikinci turda naneyi yedikten sonra desteklediği Liz Truss onu 6 Eylül’de İçişleri Bakanı yaptı. Süheyla hızlı mı hızlı, 19 Ekim’de hassas bilgileri kendi emailinden gönderdiği için istifa etse de, şimdiki başbakan Richi Sunak onu altı gün sonra yine aynı bakanlığa getirdi. Süheyla’nın işleri kestane kebap.

Belirtmek gerek ki, bu son Göçmenlik Yasası nanesinin kraldan fazla kralcılığının düşük düzeyi onu şimdi artiz haline getirse de, bu eskiden de vardı. Sadece, Süheyla’nın söyledikleri o kadar yavan ki, onu dinleyeceğinize tanıdığınız ırkçıları içirip dinleyerek birkaç gün sonra ne söyleyeceğini tahmin edebilirdiniz. Ama tahmine gerek olmayan birşeyteyzenin makamı (p)İçişleri Bakanlığı haline getirdiği. Yoksa abla kendini British Empire’ın gururlu bir torunu, sömürgeciliği çoğunlukla olumlu birşey görüyor ve Guardianyazar ve okurlarını radikal sanıyor. Kültürel Marksizm gibi laflar edip bunu Corbyn’lebağdaştırıyor. Hem kültürel, hem Marksist hem de Corbyn’le ilgili, hey yawrum. Karşıt olduğu radikallikler içinde marksist-leninist vejeteryenler olduğunu da söze eklemek gerekiyor. Tofu yiyenlere küfür edenden ne beklersiniz, buyrun artık.

Anlayacağınız ve kimsenin kalbini kırmamayı umarak belirtilmesi gereken, Süheyla şu bizim göçmen toplumlar içinde görülen bir fenomenin cinnet geçirmiş hali, Süheyla eşkalinde kabul gören piskopatlık olasılığının süren tehdidi. İngilizliğe ve modern yaşamın üstün olduğuna, diğer kültürlere ve kültürlerden insanlara düşman olmaya ve orta kesimin dışında herkesi aşağılayıp yukardan bakmaya dönük içselleştirilmiş bir İngiliz köleliği ve bunun daha da alçak bir durumu vakaları.

Ki getirdiği Göçmenlik Yasası değil de, bu yasanın hizmet ettiği çıkar ve o çıkarın dayandığı kölelik onu artiz olarak kalifiye ediyor. Bu da olayın içinde gerçekleştiği koşullarla ilgili tabii. Yasanın hükümetin ücra kentlerdeki hotellere göçmenleri bilerek göndererek halkla karşı karşıya getirdiği bir dönemde açıklanmış olması, en son Liverpool’da Şubat’ta ırkçı gruplar eşliğinde gerçekleşen saldırıları hatırlamalı. Geçim sıkıntısıdır, artan konut sorunudur, ücretlerin düşüklüğüdür, söyleyecek sözü olmayan hükümetin itibarını yenilemek için giriştiği bir kışkırtma olmasın bu? Mesela göçmenlik konusunda uzmanlığının nerden geldiği belli olmayan abla neden kendi iktidarlarının söz ettikleri entegrasyona dair birşeysöylemiyor? Al sana göçmenlik sorunu.

Neyse tabi işler bununla da sınırlı değil. Kış geçti ama hükümet sınıftan geçti mi daha? Belirsiz. Kanıtı da belirsiz günleri geçirdiğimizi bilmemiz. Öyle değil mi? 2019’dan bu yana 4 yıl geçtiğini düşünüp inanmamak gibi birşey yani. Eee, hükümet sınıfı geçmemişse, işten de anlamayan ablanın, enerjisini itibar yenilemeye, bilmuhafaza seçime hazırlık yapmaya çalışmasını, ona kölelik etmeye çalışmasını anlamak lazım. Yani hükümetin seçim korkusunun ya da daha cüretkar bir tahminle ilanı olmasın bu yasa. Ne de olsa yarın birgünAB kurumlarıyla alakası olmasa da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu yasayı yasadışı bulduğunda hükümet dönüp “bakın AB Brexit’i yapmamıza rağmen sınırlarımız kontrol etmemize izin vermiyor diyip oy toplayacak çakallar. Siz o zaman görün Süheyla’yı.

Bu hesapların çıktısı bir artiz Süheyla. Kendinden önceki artizlerin artizliğine köle olarak artiz olan artiz. Kendisinden öncekiler de kopyeler. Artizliğe mahsus gibi-gibiliğin katsayı, yelpaze ve mantığı açısından pek yeni bir şey ifade etmese de halinden memnun köleliğin bu dönemde bayraktarı olarak ayrıldı Süheyla. Ama seçime yönelik bu hamleyle başlattığı şey büyük olasılıkla kendi artizliğinin sonunun başlangıcı, çünkü efendiler kölelerden çabuk bıkar, Süheyla’nın daha iyi bileceği ve durduramayacağı gibi, göçmenler gibi, hesaplarının kursağında kalacağı gibi.

Ciğerleriniz baharın tazeliğiyle dolu kalsın efendim.