Owen JONES (Guardian) *Çeviri
İngiltere’nin otoriterliğe doğru son inişi bildik bir modele uyuyor. Bu süreç şu şekilde işliyor: Siyasi elitler yıkıcı bir grup tanımlıyor ve onu ulus için bir tehlike olarak sunuyor, çoğu kez de düşman yabancıların müttefikleri ya da kuklaları olarak. Tehdit iddialarını haklı çıkarmak için abartılmış, çarpıtılmış ya da uydurulmuş kanıtlar kullanılarak ulusal bir acil durum havası yaratılıyor. Ardından gelen baskıcı önlemler ise sözüm ona vatandaşların ve ulusun güvenliği için.
Başbakan Rishi Sunak önceki cuma (Gazze’ye yönelik İsrail saldırılarına karşı çıkan George Galloway’in bağımsız aday olarak girdiği ve kazandığı ara seçim sonrası) yaptığı uğursuz konuşmasında “çete yönetiminden” bahsederken ve “Bizi parçalamaya çalışan içerideki güçler” konusunda uyarıda bulunurken gerçekte olan buydu. Muhafazakâr Partinin Lordlar Kamarasına atadığı sağcı Eski İşçi Partisi Milletvekili John Woodcock’un, siyasetçilerin Gazze’deki kitlesel katliamı ya da iklim krizini protesto eden hareketlerle ilişki kurmasını yasaklamaya yönelik önerilerinin ardındaki mantık da bu.
Hükümet, İsrail’in saldırılarına karşı düzenlenen gösterilerde geçen yılki Glastonbury Müzik Festivali’ndekinden daha az gözaltı olduğunu biliyor. Bu, Birleşmiş Milletlerin insan hakları şefi tarafından kınanacak kadar acımasız bir dizi protesto karşıtı yasaya rağmen böyle. Ancak bu manevralar gerçek bir tehdit korkusuyla ilgili değil. Güç sahipleri, onaylamadıkları siyasi hedefleri olan hareketler tarafından baskı altına alınmaktan hoşlanmazlar ve onları yenmek için hem korku tellallığını hem de devlet mekanizmasını kullanırlar.
“McCarthycilik” teriminin bugün hem sol hem de sağ tarafından kendi siyasi inançlarının bastırılmasını tanımlamak için aşağılayıcı bir etiket olarak kullanılması ilginçtir. Bu durum, çok az sayıda sağcı yorumcunun, sıkıştırıldıklarında, 20. yüzyılın ortalarındaki gerçek McCarthyciliği -Amerikan kamusal yaşamına komünistlerin sızmasına ilişkin ahlaki bir panik- açıkça övecekleri yönündeki hislerimi doğruluyor. Ancak aynı şeyi, ateşkes talepleri nedeniyle ifşa edilmek, şeytanlaştırılmak, yasaların hedefi haline getirilmek ve işten atılmakla karşı karşıya kalan bugünün Gazze protestocuları için de yapıyorlar.
Tüm bunlar olurken unutulan şey McCarthyciliğin hangi amaca hizmet ettiğidir. Çok az kişi komünist sızmanın ABD için bir tehdit olduğuna gerçekten inanıyordu, ancak ilerici siyaseti damgalamak ve İkinci Dünya Savaşı’nın her iki tarafında da benzeri görülmemiş grev kampanyalarıyla kendilerini göstermeye başlayan sendikaları engellemek için bir fırsat gördüler. Varlıklı Amerikalıları çok rahatlatan “kızıl korkusu” işe yaradı ve siyasi sol ve örgütlü emek hareketi bir daha asla toparlanamadı.
Britanya’daki işçi hareketleri uzun zamandır aynı saiklerle saldırılara maruz kalıyor. Woodcock’un bugün protestoları düzenleyenlerin gösterilerdeki polislik masraflarını karşılaması önerisi, bir süreliğine grev eylemlerinin güvenlik masraflarını sendikalara yıkan 1901 yasasını hatırlatıyor. 1926’da yaşanan İngiltere’nin tek genel grevinde hem İşçi Partisi hem de Muhafazakârlar devrimci bir komplo uyarısında bulunmuş ve grevin yenilgisi sendika karşıtı cezalandırıcı yasalara yol açmıştı. Grev sonrasında Eski Başbakan Arthur Balfour övünüyordu: “Genel grev, işçi sınıfına dört gün içinde, yıllarca süren konuşmaların öğretebileceğinden çok daha fazlasını öğretti.”
1980’lerde Muhafazakârlar madencileri ezmek istiyordu, çünkü onların gücünden korkuluyordu -ne de olsa on yıl önce bir önceki hükümeti devirmişlerdi. Margaret Thatcher [grevdeki] madencileri “içerideki düşman” ilan etmişti- zira [Falkland Adaları üzerinden] Arjantin cuntası “dışarıdaki düşman” idi. Bu girişimlere rağmen madencilerin 40 yıl önceki eylemlerinin bugün bile halkın sempatisini kazanmaları dikkate değerdir.
Kendini demokrasi ilan eden ülkelerin otoriter iç yüzü genellikle gizlidir. Gizli polis ajanlarının sahte kimliklerle yıllarca çevreci gruplara sızması, hatta kadın aktivistlerle uzun süreli ilişkiler yaşaması, liberal bir demokrasiden çok bir Stasi devletini anımsatıyor. Ancak bunlar bu ülkede gerçekleşti çünkü bu tür gruplar demokratik normların kolayca bir kenara atılabileceği aşırı tehditler olarak gösterildi.
Protestoların ele alınışında da korkunç bir çifte standart var. Aşırı sağcı aktivistler fırsatçı bir şekilde Brexit kampanyasını ele geçirdiğinde ve parlamento önündeki muhalifleri taciz ettiğinde herhangi bir panik yaşanmamıştı. İşçi Partisi Milletvekili Jess Phillips’in dediği gibi, bugünkü fark “Şu anda kızgınlığını ifade insanların ten renginin koyu olması.”
Oldukça haklı. Muhafazakâr milletvekilleri (Eski İçişleri Bakanı) Suella Braverman ve Lee Anderson protestoları -ve bu gösterilerde Müslüman kitlenin yaygınlığını- İslami aşırıcılığın yükselişinin kanıtı olarak gösterdiler. Bu durum Muhafazakâr Partinin büyük bir kısmının ne kadar İslamofobik hale geldiğini göstermekle birlikte, temel bir siyasi gerçekle de örtüşüyor: İsrail’in saldırılarına karşı düzenlenen protestolar, muhaliflerini üzse de kamuoyunun büyük çoğunluğunu temsil ediyor ve siyasetçiler, karşı çıktıkları hedefleri olan güçlü bir hareket tarafından baskı altına alınmış olmaktan hoşlanmıyor, kendi suç ortaklıklarının mercek altına alınmasından korkuyorlar.
Tarihin McCarthyciliği nasıl yargıladığını gördük. Peki, tarihin böyle bir suça ortak olanları değil de on binlerce masum insanın toplu katliamına karşı çıkanları mercek altına alan toplumlar hakkındaki hükmü ne olacak?