TürkiyeSesimi duyan var mı?

Sesimi duyan var mı?

Yaz dediler. Gördüğün, duyduğun, hissettiğin ne varsa yaz. Yaz ki daha çok insana ulaşabilelim. Kelimelerle tarif edilemeyecek acıları, yaşanmışlıkları dilimiz kuruyana dek anlatmak boynumuzun borcu oldu artık. Ne olur yaz!

Nereden başlamak gerekiyor, nasıl anlatsam bilemiyorum. Kendimi uzun uzun anlatmak istiyorken bir yanım, diğer yanım susma hakkımı kullanmak istiyor çoğu zaman. Bazen düşünceler arasında kayboluyor, bazense düşünmekten kaçıyorum olup biteni. Çok garip! Bu denli yıkıcı bir depremin ardından yaşananlar, felaketin şiddeti, hatalar ve ihmaller silsilesi aslında ülkedeki yapısal işlevsizliği de pespaye bir şekilde ortaya koymaya yetiyor.

Malzemeden çalınarak inşa edilen denetlenmemiş binalar, paragöz ve beceriksiz müteahhitler, çürük binalara verilen imar afları, canhıraş başlarını bir çatıya sokmaya çalışan afetzedelere satılan çadırlar, geciken yardımlar ve kurtarma ekipleri, on binlerce insanı göz göre göre ölüme terk eden vasıfsız, liyakatsiz görevliler, fay hattında kırılan hayatlar, üstüne arsızca gülmekten kendilerini alıkoyamayan devlet erkanı… Öte yandan onca şeye rağmen ısrarla halinden memnun olan “ahmaklar”… O kadar büyük bir acı ki yutkunamıyorsunuz bile!

Yazıp yazıp siliyorum hep, toparlayamıyorum cümlelerimi. Bir şeyler yolunda değil ve inatla her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleri geliyor aklıma. “İnsan yüzü güzeldir, Çirkindi bunlarınki, İnsan yüzü sıcaktır, Soğuktu bunlarınki, Elleri el değildi, Eli andırıyordu….Gözleri göz gibiydi, Bakışsızdılar! Göğüse benzer bir kafesti taşıdıkları; İçinde yürek yoktu…”

Çocukluğumun geçtiği, sokaklarını arşınlamaya, kırlarında çiçekler toplamaya, derelerinde oynamaya, semalarında uçurtmalar uçurmaya, toprağına doyamadığım kadim şehrimin üstüne kara bulutlar çökmüş meğerse. Jose Saramago’nun “Körlük” kitabında tasvir ettiği sahnelerin gerçek olmuş haliydi adeta her yer, her şey, herkes. İnsanlar kör değildi, ama kimsenin gözü bir şey de görmüyordu aslında. Enkaz altında sevdiği olanların derdi canlarına ulaşabilmekken, cenazesi olmayanın derdi ise karnını doyurmak, yavrusunu korumak, sırtını pek tutmaktı. Susuz kalmıştı kentim, çürümeye yüz tutmuş ceset kokuları içinde karanlığa bürünmüştü. Taşından toprağından bereket fışkıran Hatay sokakları bir savaş filminin platosunu andırırcasına tuzla buz olmuş bir şekilde karşımda duruyordu öylece. İlk adımlarım, ilk arkadaşlıklarım, ilk sevişlerim, sevilişlerim, mutluluklarım, çocukluk aşklarım, ağlayışlarım… Hepsi gitmişti topyekûn. Medeniyetler şehri Hatay’ım; Türk, Kürt, Yahudi, Ermeni, Hristiyan, Müslüman, Alevi, Sünni’siyle parçalanmış binaların molozları, betonları altındaydı şimdi. Sanki o mutlu günler hiç yaşanmamış gibi, bir tarih kaybolmuştu, hem de onca insanla, hikâyeyle birlikte. Bir tarafta enkaz başlarında çaresizce iniltiler içerisinde bekleyen insanlar, öte tarafta yan devrilen binaların yıkılma ihtimaline karşı can korkusu, her köşe başında ısınmak için yakılan ateşler ve talan olmuş sokaklarda karga tulumba taşınan çorapsız çocuklar, yaşlılar ve hastalar. Gördüklerim çivilendi adeta belleğime. Ahh ne mutlu yaşamıştık bir zamanlar oysa bu kentte!

Bilirim, geride kalanlar, depremzedeler, herkes, hepimiz onca zaman geçmesine rağmen hala o enkazların altında yaşıyoruz. Bedenlerimizden göç etmemiş olsak da, ruhlarımız başka bir diyara göç etti yitip gidenlerin ardından. Biz artık o biz değiliz, ben artık o ben değilim. Memleketin hali uyutmuyor beni. Uyutmasın kimseyi. Depremle sarsılan ruhum bize dayatılan ve reva görülen bu hazin sonun hesabını sormak için bedenimi sarsıyor uyandırmak için adeta beni. Uyuyamıyor aklım, ruhum. Vakit birbirimize tutunma vakti, hesap sorma vakti. “Mutluluk bölünmez bir bütündür. Başkası mutsuzsa sen de mutsuzsun” diye ifade etmiş Suat Derviş. İşte tam da ordayım herkes gibi, içim içime sığmıyor, sığamıyor.

Senelerdir başa gelen iktidarların utanmadan nemalandığı, ırkçılığın bilinçli bir şekilde körüklendiği ülkemin her meşrebinden, her meslekten vatandaşı yardıma koşmuştu 4. gün Hatay’a vardığımda. Haşmetli iktidar erkânından da önce onlar oradaydı. Birlikte sarmaya çalışıyordu herkes yarasını. Ama devlet yoktu. Göz göre göre yardım göndermeyen katil ruhlu iktidar intikam alırcasına yalnız bırakmıştı Hatay’ı. Sosyal medyaya yansıyan haberlerden sonra gönderilen göstermelik yardımlar ancak 4. günden sonra ulaştı dehşet saçan enkaz bölgelerine. Ses varken ekipler yoktu, ekip varken ekipman yoktu, ekipman varken artık ses yoktu maalesef! Geç gelen yardım enkazlar altında bir umut kurtarılmayı bekleyen tüm sevdiklerimizi can çekişe çekişe ölüme sürükledi yazık ki. Değil saatler, dakikalar bile ömre bedeldi deyim yerindeyse. Biçare şekilde enkaz başlarında günlerce aç susuz bekledik hepimiz, bir umut sevdiklerimiz kurtarılıncaya dek.

5. günün sonuna doğru ziyarete gelen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar paşazadelerini gördüğümde tutamadım kendimi. Var gücümle dilime geleni söyledim. “Geç kaldınız bakan bey! Marifetinizi görmeye mi geldiniz? Yoksa herkesin öldüğünden emin olmaya mı diye?” Dahasını da söyledim var gücümle hiçbir şeyin değişmeyeceğini bile bile. İçim acıyor. Nasıl da sindirilmiş herkes, nasılda bastırılmışlar? Korkudan mıdır yoksa takatsizliklerinden mi bilemedim, insanlar ancak belli belirsiz “konuş kız konuş” demeyi başarabildiler. Akabinde birkaç kişi benim gibi yanında korumaları ve yandaş basını ile gelen bakanlara birkaç kelam etmeye çabaladılar sitem edercesine. Bu sırada beni benden alan ölümcül vuruşu, karşı kaldırımda duran daha sonradan öğrendiğim tesettürlü Almancı bir hemcinsim yaptı. Hem de biri bizim enkazda diğeri arka sokakta olmak üzere başka bir enkazda yakınlarının kurtarılmasını bekliyorken. “Sus kız terbiyesiz! Sen utanmıyor musun bakan beyle böyle konuşmaya” dedi bana kendince ağzımın payını vererek. Kulaklarıma inanmamıştım, ama duyduklarım ve gördüklerim gerçekti. Bunca yaşanana rağmen bir kadın ısrarla putperestlik yapmaya ve padişahin kulu olmaya direniyordu. Ahh yazık! Yazık ki ne yazık! Aklıma Nazım Hikmet’in dizeleri geliyor o günden bu yana. “Sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.”

Umutsuzluğa kapılıyorum artık ülkemin insanları için. 7.8 şiddetindeki deprem dahi uyandıramadıysa bizleri, gayri yola gelmez bu düzen diye kederlenmekten alamıyorum kendimi. Oysa ne güzeldi tüm mozaiği ile bu ülke, bu şehir. Koca bir yelpaze idik rengârenk. Nasıl da güzellik katıyorduk bu topraklara? Geride kalanlar kimsesiz, işsiz ve şehirsiz uyanıyor artık sabahlarına. Kırdılar kanadımızı caniler. Yok olmamız, ayrışmamız için ellerinden geleni artlarına koymadı pek hürmetli devlet erkanı. Gelen gideni aratır dedikleri bu olsa gerek. Her gelen bir öncekini aratır oldu olmasına da, bu gelenin üzerine söylenecek söz bulamıyor insan.

Yüzlerce kez yazıldı, çizildi bilirim bu durum. Çok söz söylendi bu dolandırıcı, kan emici vampirlerin tüm açıklarını ortaya dökmek için. Onca insanın dilinde tüy bitti de bir bunlar bitmedi gitti başımızdan. Ah be kardeşim! Her şey ne kadar da net oysa. Memleketimizin üstüne çöken bu leş kargaları yiye yiye bitiremedikleri ülkenin kaynaklarından öte artık canlarımızı almaktan da hiç çekinmiyorlar. Nitekim parçala, böl ve yönet politikası ile gidilen bu yolda büyük bir kesimin Alevi olduğu güzelim Hatay’a günlerce yardım göndermemekle kalmadı hükümet, üstüne enkazdan bir can kurtarabilelim diye imkanı olanların ellerinden kendi temin ettikleri vinç ve iş makinelerini da aldı utanmadan.

Bu kalp ağrısı ve bunca travma ile biz geride kalanlar nasıl devam edeceğiz hayatlarımıza, bilemiyorum. Halamların başına çöken 5 katlı bina sanki bizim başımıza da yıkılmıştı artık. İnsanoğluyuz işte! Özümüz yokluk görmüş bir kere, fukaralıktan mı gelme bilemiyorum, insan çaresizlikten dizlerini nasıl da dövüyormuş işte o gün anladım. Ancak, 6. günün sonunda ardı sıra bir bir çıkarıldı halam, eniştem ve hayatının baharında bakmaya kıyamadığımız gencecik kuzenim.

Bunca insanın enkaz altlarında can çekişerek ölmesine vesile olan tüm sorumluların hepsi için dileğimdir. Göreceksiniz! Hepiniz bu dünyada yaşayacaksınız cehennemi. Bu son. Bir daha ölmeyeceğiz, öldürtmeyeceğiz birbirimizi. Göz yummayacağız bu katliamlara.

UYAN ARTIK sevgili ülkem! Bu bir savaş! Bunların gönüllü esirleri olmaktan vazgeç artık. Ne zaman bir birey olarak benliğine saygı duyup bu toprağın her bir insanı için, işçisi, emekçisi, çocuğu, kadını, engellisi, ayırmaksızın, dili, dini ne olursa olsun sahip çıkacaksın geleceğine? Aslında biliyorlar biz onlardan çok daha güçlüyüz. Bir sen bilmiyorsun, “Yedi kere de deprem olsa, altılı masaya oy yok” diyen kendinden bihaber kardeşim. Bir sen bilmiyorsun, görmüyorsun, duymuyorsun! Sana daha nasıl ulaşabiliriz, ben de bunu bilmiyorum. Dindarı, dinsizi, ırkı ne olursa olsun işçiyiz biz, emekçiyiz! Biz üreteniz. Çiftçisiyle, işçisiyle, ellerinde nasırıyla halkın ta kendisiyiz. Bu ülkenin her bir canı ayrı ayrı kıymetli. Bil bunu! Sen ben yok. BIZ VARIZ! Vazife belle kendine bundan böyle. Bu yolda yürümek için, aydın bir ülke için kendini kurban etmekten vazgeç ve gör artık nasıl da istismar edildiğini, gerek din ile, gerek mezhep, gerekse ırk ile. Nasıl da aklına, insanlığına hakaret edildiğini? Nasıl da bu insafsızlara içeceği suyu ellerinle, kovayla taşıdığını gör. Biziz bu bu ülkenin bel kemiği. Biziz geleceğimizi aydınlatacak olan. Kazma da bizde, kürekte, balta da, orak da. Biziz bunların sonlarını getirecek olan elbet, başka kimse değil. Ve yine biziz kötülerin attığı dipsiz kuyulardan birbirimizi çıkartabilecek olan. Ah bir olup göremedik, bilemedik elimizdeki gücü. Bir bilemedik adam akıllı ses çıkarabilmeyi haksızlığa, yalana, dolana, yetimin hakkını yiyen bu insan müsveddelerine karşı. Bir bilemedik; kadını, çocuğu, hayvanı, doğayı korumayı. Göremedik ki haysiyetimizle, aklımızla dalga geçen bu kan emicilere su taşıdığımızı sen-ben davası yüzünden. Buydu işte istedikleri. Bir canımız vardı, onu da aldılar göz göre göre; çaldılar yaşamlarımızı, sevdiklerimizi elimizden, daha ne olsun? Asıl büyük yıkıntı enkazlar altında yitip giden onca can, onca nefes, onca anıdan ibaret değil aslında. Bir ömür yakamızı bırakmayacak ruhlarımıza sinen keder de, hafızalarımıza nakşedilen ömrümüz boyunca burnumuzun direğini sızlatacak sahneler de. Onun için son kez enkaz altındakilere ulaşmaya çalışırken var gücümüzle bağırdığımız gibi sesleniyorum şimdi sizlere. SESİMİ DUYAN VAR MI?

“Zerre kadar anlamadıkları şeyler hakkında konuşuyorlar. Sırf aptallıkları sayesinde kendilerinden bu kadar eminler”! Franz KAFKA’ya ait bu sözler geçiyor aklımdan o günden bu yana.

- Advertisment -spot_img
- Advertisment -spot_img
- Advertisment -spot_img

DİĞER HABERLER

KÖŞE YAZILAR

Trump’ın Başkanlığı bir Kabus mu?

Aydın Çubukçu

Ortadoğu’nun Çıkmazı

Aynı kategoridenOkuyun
Aynı kategoriden okuyun