14.1 C
Los Angeles
Perşembe, Nisan 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 69

Taraf-ûl Dhaggra Meydanı

Bizim Arif’e inanacak olursanız, Devonshire granitinden yapılmış o 45 metrelik sütunun tepesindeki adam, çevresindeki dört aslandan korktuğu için oraya tırmanmıştır! İşin aslı şu ki, bu şahıs Amiral Horatio Nelson’dur ve Thames Nehri’ne demirlemiş olan şanlı donanmasını gururla selamlamaktadır! Napolyon’un İspanya Krallığının desteğindeki donanmasını Taraf-ûl Dahaggra deniz savaşında perişan ederek İngiltere Krallığının dünyanın tüm denizlerine hâkim olmasının kapısını açan odur.

Bu büyük deniz savaşı, tarihe Trafalgar Savaşı olarak geçmiştir ve Lord Amiral Nelson zafer kazandığı o savaşta ağır yaralanmış ve dönüşte ölmüştür. Daha önceki savaşlardan birinde bir kolunu kaybetmiş, bir başka savaşta da gözlerinden biri oyulmuştur! Şimdi o haliyle, kimsenin şapkasını düşürmeden bakamayacağı kadar yüksekte, yapayalnız duruyor.

İngilizlerin Trafalgar dedikleri yere Araplar Taraf-ûl Dhaggra derlermiş. Nasıl telaffuz edildiğine bağlı olarak bu son kelime, Dhaggra, garb, dağgr, veya aggra olabilir. Hepsinin anlamı farklı ama söylenişleri birbirine yakın. Arapların kastı, eğer Taraf-ûl Garb ise “batı tarafı” demektir. Dağgr ise, hainlerin veya kâfirlerin tarafı anlamına geliyor; yok, Aggra ise, denizlerin sonu olan Herkül Sütunları demektir!

Hepsi de Cebelitarık boğazının kıyısındaki bu küçük kentin adı olabilir. Hem Araplara göre batıdadır, hem yine Araplara göre hain kâfirlerin tarafıdır, hem de Akdeniz’in sonu ve Okyanusun başlangıcı olduğu için, mitolojideki Herkül Sütunları’nın tarifine uymaktadır.

Gelgelelim, İngiliz için bunların hiçbir önemi yoktur. Meydanda başıboş dolaşanların pek umurunda olmasa da, 215 yıl önce Amiral Nelson’un Napolyon’un imparatorluktan düşüp sürgüne gitmesine sebep olan zaferi anlamını bilmediği o kelimeyle anılıyor: Trafalgar Savaşı!

 

Marksist arkeolojinin kurucusu: Gordon Child

DAY-MER Kültür Komisyonu tarafından düzenlenen Göbeklitepe söyleşisi büyük ilgi gördü ve hâlâ tartışılıp söyleşiliyor. Burada, tarihin tozlu kâğıt sayfaları içinde dolaşırken, on binlerce yıl öncesinden kalan taşları bilim ve akıl yoluyla okuyanları hatırlamak için, bu söyleşi bir fırsat olsun.

Taşları okumak, elbette kâğıtlar üzerindeki bilinen yazıları okumaktan daha meşakkatli bir iştir. Bunu beceren insanlar, ölmüş bir dilde bilinmeyen yazılarla yazılan anlaşılmaz mesajları çözmeye çalışmışlardır. Yaptıkları iş, bir gazetecinin felsefeyi tanımlamak için söylediklerine benzer: “Kör bir insanın, karanlık bir odada, olmayan siyah bir kediyi araması!”

Taş üzerine kazılmış kimi şekillerin yazı olup olmadığı bile kesin değilken, üstelik ölmüş bir dilin ürünüyken, oradan bilgi çıkarmak ve o bilgiyle tarihin karanlık mağaralarını aydınlatmak, gerçekten olağanüstü bir iştir.

Bunun bir de, üstünde hiçbir işaret ya da şekil bulunmayan taşlardan bilgi çıkarma yanı vardır ki, insan aklının ve bilimsel çalışmanın en büyük başarılarından biridir.

Gordon Child, Avustralya’ya sürülmüş eski “suçlu ve mahkûm” zoraki göçmenlerden birinin torunudur. Sidney’de doğmuş, sonra bir yolunu bulup Oxford Üniversitesine girmiş, orada tarih, dilbilim, arkeoloji üzerine bugün de geçerliliğini sürdüren teoriler inşa etmiştir. Fakat en önemlisi, bütün bu bilgi birikimini Marksizm’le bütünleştirmiş ve tarihi masal anlatımından çıkarıp bir bilim haline yükselten çok önemli katkılar yapmıştır.

1925 yılında arkeoloji teorisi üzerine çalışmalarını “Avrupa Uygarlığının Şafağı” adlı kitabıyla bilim çevrelerinde büyük yankı yarattı. Avrupa uygarlığının doğuşunda Yakındoğu’nun, özellikle Mezopotamya’nın rolünü anlattığı bu eseri, özellikle Avrupa uygarlığının kökenini yalnızca eski Grek-Latin uygarlıklarında gören yerleşik anlayışa güçlü bir karşı çıkıştı.

G. Childe çok iyi bir dilbilimciydi. Ölü dilleri diriltmenin yol ve yöntemlerini geliştirdi. Britanya neolitiği üzerine kazı çalışmalarını yürütürken, verileri Marksizm’in kendisine kazandırdığı bakış açısıyla değerlendirmesi ile ön plana çıktı. 1928 yılında yazdığı “The Most Ancient East” adlı kitabı büyük ilgi gördü. Gordon Child, Yunanistan, Balkanlar, Irak, Hindistan ve ABD’de de kazı çalışmalarına katıldı. Sovyetler Birliğine yaptığı ziyaretler ise, kendi deyişiyle, “arkeolojik kişiliğini” geliştirmekte önemli bir etken oldu.

1946-1956 yılları arasında Londra Üniversitesinde Tarih Öncesi Arkeolojisi profesörlüğü ve Arkeoloji Enstitüsü yöneticiliği yaptı.

G.Childe, bilimi üniversite duvarları dışına çıkararak, herkes tarafından anlaşılır hale getirmek için bayağılığa düşmeyen popüler bir yazım anlayışını benimsemişti. En çok okunan iki kitabı “Tarihte Neler oldu” (What Happened in History) ve “Kendini Yaratan İnsan” (Man Makes Himself), insanın en eski geçmişine tarihsel materyalizmin uygulanmasının yetkin örnekleridir. Yine “Doğu’nun Prehistoryası” adlı eseri, özellikle neolitik devrim dönemine ilgi duyanlar için vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır. Bu eserlerinde Gordon Childe, arkeoloji ve tarih bilimlerine, “Neolitik Devrim (Neolithic Revolution)” ve “Kentleşme Devrimi (Urban Revolution)” teorilerini armağan etmiştir. Onun bu iki teorisi, bizzat katıldığı arkeolojik çalışmalara ve yerinde kayıtlara dayanmaktadır ve günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Sık sık, her yeni buluş karşısında “tarih yeniden yazılacak” diyenler, onun günümüzden 60-70 yıl önce yazdıklarından habersiz görünmektedir. Çünkü o, ihtiyacı duyulan “yeni tarihi” çok öncelerden yazmıştır.

Gordon Child tarihi, masallar, dinsel söylenceler içinde boğulmuş, ya da kralların ve soyluların soykütüklerini tutan bir yazım alanı olarak değil, insanın kendini var ediş çabasının, bir başka deyişle insan emeğinin yaratıcı geçmişinin araştırılması olarak görmüş ve eserlerini bu bakış açısıyla yazmıştır. Edinburgh’dan sonra 1956 yılından da emekli olduğu Londra Üniversitesindeki Arkeoloji bölümüne dekan olarak atanan Child, 1957 yılında Avustralya’ya dönmüş ve Blue Mountain de intihar etmiştir.

İnsan nasıl insan oldu sorusuna cevap arayanlar “Kendini Yaratan İnsan” adlı eserini, geçmişte gerçekten neler olduğunu öğrenmek isteyenler de “Tarihte Neler Oldu”yu mutlaka okumalıdır.

 

14. Yüzyıl Büyük Köylü Ayaklanması

İngiltere’nin 100 Yıl Savaşları ve korkunç veba salgınıyla yoksulluk ve açlık batağında çırpındığı bir dönemde, 1381 yılında Wat Tyler İsyanı, bir diğer adıyla Büyük Ayaklanma patladı.

İsyanın lideri olan Tyler’ın yaşamı hakkında, Essex kentinde 1341 yılında doğduğu ve bir tuğla ustası olduğu dışında fazla bilgi yoktur.

Olağanüstü yoksullaşan köylülerin ayaklanmasına yol açan kıvılcım, vergi toplayıcılarına karşı küçük çapta bir protesto oldu. Hareket, Mayıs 1381’de ülkenin güneydoğusuna hızla yayıldı ve köylülerle devlet güçleri arasında şiddetli bir çatışmayla sonuçlandı. Birçok yerel zanaatkâr ve köy yetkilisi de dâhil olmak üzere geniş bir kırsal toplum yelpazesi isyanın sosyal tabanını oluşturuyordu. İsyancılar vergilendirmeyi azaltmayı, serfliğin kaldırılmasını, Kralın ve üst düzey yetkililerinin sınırsız yetkilerinin kaldırılmasını ve her zaman kendi aleyhlerine karar veren hukuk mahkemelerinin kaldırılmasını istedi.

Wat Tyler önderliğinde köylüler, radikal din adamı John Ball’un, “Âdem tarla sürerken ve Havva yün eğirirken efendiler var mıydı? En başından beri bütün insanlar özgür yaratıldı, esaret ve kölelik haksız baskıyla geldi. Ve bu yüzden şimdi, bize tanrı tarafından bahşedilen özgürlüğü geri kazanabileceğimiz ve esaret boyunduruğunu çıkarabileceğimiz zaman gelmiştir” sözlerini bayrak yaparak Londra’ya ilerledi.

Henüz 14 yaşında olan Kral II. Richard, Londra Kulesi’ne sığındı. 13 Haziran’da isyancılar Londra’ya girdi ve Londra halkının çoğunluğu da onlara katıldı. Gaols’a saldırıldı, başpiskopos ve vergiden sorumlu baş memur Hales öldürüldü, Lord John’un kaldığı Savoy Sarayı yok edildi, mahkemelere ateş açıldı ve hükümet görevlileri öldürüldü. İsyancılar, Londra Kulesi’ne girerek Lord Chancellor’ı ve içeride buldukları Lord High Treasurer’ı da öldürdüler. Ertesi gün Kral Richard, Mile End’deki isyancılarla görüşmeye razı oldu ve serfliğin kaldırılması da dâhil olmak üzere taleplerinin çoğunu kabul ettiğini bildirdi.

15 Haziran’da Tyler, Smithfield’daki isyancılara elde ettikleri hakları anlatmak için buluşmak üzere şehri terk etti. Richard’ın muhafızları Tyler’ı yakaladı ve öldürdü. Richard, Londra belediye başkanı William Walworth’un şehirden milis toplaması ve isyancı güçleri dağıtması için emir verdi, ardından Londra’da düzenin yeniden sağlanmasıyla isyancılara vermiş olduğu ödünleri iptal etti. İsyan, önderini kaybetmesine karşın sönmedi. East Anglia, Cambridge Üniversitesi saldırıya uğradı ve birçok kraliyet yetkilisi öldürüldü.

Nihayet, 25 -26 Haziran’da Kuzey Walsham Muharebesi’nde Henry Despenser’ın yönettiği orduyla savaşta, isyancıların son ordusu da yenildi. Ancak aynı taleplerle ayağa kalkan köylülerin isyanı, kuzeye doğru genişledi. York, Beverley ve Scarborough, Bridgwater ve Somerset bölgeleri isyancıların eline geçti. Richard düzeni sağlamak için 4.000 askeri seferber etti. İsyancı liderlerin çoğu yakalandı ve idam edildi. Kasım ayına kadar en az 1.500 isyancı öldürülmüştü.

İsyan başarısız olmasına rağmen, köylülerin gücü korku salmaya devam ediyordu ve en azından, “poll tax” denilen vergi kaldırılmış ve bir daha uygulanmamıştır. Ta ki, 600 yıl sonra Thatcher tarafından tekrar yürürlüğe konulana kadar!

 

Veba Komiseri W.C. Rand

Korona virüsünün yol açtığı korku ve panik psikolojisi, salgın hastalıktan daha hızlı yayılıyor ve daha fazla etkili oluyor. Çinli görünce yolunu değiştirenler, karantinaya alınanların barındıkları yerleri (Ukrayna’da olduğu gibi) yakıp taşlayanlar, Çin malı almaktan korkup barkod okuyarak malın menşeini anlamaya çalışanlar, hastalananlar kadar acı çekiyor! Geçmiş olsun.

Salgın hastalıkların geçmiş zamanlarda, toplumsal ve siyasi sonuçları olmuştur, bugün de oluyor, daha da olacaktır.

Kara veba günlerine dönelim ve İngiltere’nin kara tarihinden bir tozlu sayfa daha açalım. İngiltere’nin en önemli sömürgesi olan Hindistan’da, Mumbai’den sonra en büyük kent olan Pune’de 1896’da korkunç bir veba salgını başladı, “hastalıkla mücadele için” sömürge yönetiminin önemli isimlerinden W.C. Rand, kente “Veba Komiseri” olarak atandı. Rand, hekim falan değildi. Halk sağlığı, hastalıklar falan konusunda hiçbir bilgisi ve deneyimi de yoktu. Yalnızca “halk” denilen “illetin” nasıl “tedavi” edileceği konusunda ırkçı, şiddet yöntemlerini benimseyen görüşlere sahipti. Hastalık bölgesinde karantina kurmak adına, kadın-erkek herkesi çırılçıplak soyarak topladı, evleri, eşyaları yaktı (dezenfekte için!), zorunlu göç uyguladı. Evlere zorla girme, kadınlara tecavüz, dinsel mekânlara hakaret, Rand’ın, fırsat bulmuşken Hindistan halkı üzerinde uyguladığı şiddet biçimlerinden bazılarıydı. Kuşkusuz bu “iyileştirici” yöntemler hastalığın yayılmasını engellemediği gibi Hindistan halkında ağır ve şiddetli tepkilerin doğmasına yol açtı. Sonuçta, gözü kara üç Hint yiğidi, Chapekar kardeşler, Damodar, Balkrishna ve Vasudev onu ve yanındaki Teğmen Ayerst’i öldürdüler. Böylece, “bir salgını önlemek için alınan en sert tedbir” deyimini ardında bırakarak gitti.

Salgınları insanları suçlu görerek önlemenin bu örneği, aslında günümüzde yaşadıklarımıza bakarak söyleyecek olursak, Rand’la birlikte ölmüş değil! Wuhan’da başlayıp dünyaya yayılan hastalıkla mücadelenin bilimsel araçlarla sürdürüldüğü bir sırada, hastalara ve hastalık kuşkusu taşıyanlara karşı girişilenlerin önemli bir bölümü Rand’ın ruhunu taşıyor. Bir yandan hükümetler, salgını neredeyse yasaklarla durdurmaya çalışıyor, diğer yandan kendilerine asla bulaşmamış, bulaşamazmış gibi propagandaya hız veriyor. “Veba Komiserleri”nin yerini alan “Korona Komiserleri” bugün hâlâ yaşıyor ve hükümetlerin emrinde çalışıyor.

 

Victoria Döneminin Şatafatı ve Sefaleti

Dünya İmparatorluğu’nun en parlak dönemlerinden birisi kuşkusuz Kraliçe Victoria dönemidir.

Bu dönemde İngiltere, ekonomik üstünlüğüyle, denizlerdeki tartışılmaz hegemonyasıyla ve sanayi devriminin sağladığı olağanüstü gelişmelerle olduğu kadar, bilim, sanat ve edebiyatta da insanlığın en parlak yıldızı gibi görünüyordu. İngiltere, tam anlamıyla XIX. Yüzyılın süperden de süper devletiydi.

Bu tartışılmaz dünya egemenliği sayesinde, Kırım Savaşı bir yana bırakılırsa, İngiltere, Dünya Barışı’nı sağlayan güç olarak da görülüyordu. Kimsenin ses çıkaracak hali kalmadığından, herkes onun çizdiği sınırlara razı olmak ve “barış içinde boyun eğmek” zorundaydı.

Döneme adını veren Kraliçe Victoria, bu şatafatın başlıca yaratıcısı olarak gösteriliyordu. 18 yaşında tahta çıkmıştı ve 81 yaşında ölene kadar, 63 yıl boyunca politik zekası, güçlü iradesi ve sarayı yönetimin merkezi haline getirmesi zaten dünyanın merkezi olan İngiltere’nin başındaki kadın olarak “Dünyanın Merkezi olan Kadın” halini almıştı.

Victoria’nın temsil ettiği bu şatafatın bir de iğrenç ve yoksul İngiltere olarak tanımlanabilecek sefil yüzü vardı. Milyonlarca insan, hepsi 4 metrekare olan kümes gibi evlerde yaşıyor, kanalizasyon, temiz su ve yakacak bulamadan, paçavralar içinde sürünüyordu. Hızla ilerleyen büyük burjuvazi ve saray çevresi dışında büyük bir yoksulluk ve korkunç yaşam koşulları hâkimdi. Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı ünlü kitabı, insanlık dışı koşulları en iyi anlatan bilimsel kitap olarak bugün de önemini korumaktadır. Engels’in edebiyattaki karşılığı Charles Dickens’tir.

Yoksulluk, açlık ve sefaletin yol açtığı suçların başında hırsızlık gelmektedir. 19. yy’da Britanya adasında hırsızlık önüne geçilemeyen sosyal bir sorun halindedir. Dickens, “Oliver Twist” adlı romanında bu konuyu sosyal boyutlarıyla derinlemesine ele almıştır. Dickens toplumdaki bütün olumsuzlukların kaynağının yoksulluk olduğunu özellikle çocukların sömürülmesinin, acımasızca madenlerde, baca temizleme işlerinde kullanılmasını yürek dağlayan bir biçimde anlatır.

Pislik ise, özellikle Londra’nın asıl yüzüdür. Thames Nehri, kentin bütün lağımlarının aktığı bir balçık ve iğrenç koku kaynağıdır. Nehrin üstünde, başta fareler olmak üzere, leşler, cesetler yüzmektedir. Başta veba olmak üzere, kentteki salgın hastalıkların kaynağı bu kirli sudur.

Charles Dickens, “İki Şehrin Hikâyesi” adlı romanında bu dönemin iki yüzünü şu sözlerle anlatmaktadır.

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem de aptallık, inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlığın mevsimiydi, karanlığın da, umudun yeşerdiği bir bahar, umutsuzluğun çöktüğü bir kıştı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.”

Bir de, döneme adını veren Kraliçe’nin damgaladığı ahlak anlayışı vardır ki, sözünü etmeden geçemeyiz. Bunca yoksulluk ve pislik içinde, insanları çok ahlaklı tutmak için katı kurallar geliştirilmişti. Özellikle cinsel hayat, çocukların eğitimi ve kadınların toplumsal rolleri hakkında en katı en gerici kurallar bu dönemde dayatıldı. Ayrıntıları daha sonra görebiliriz, ama şimdilik şu kadarını ipucu olarak verelim: Victoria İngiltere’sinde, kütüphane kurallarına göre kadınlarla erkeklerin yazdığı kitaplar, kişiler evli değillerse, aynı rafta yan yana konulamazdı!

 

Virgina Woolf İngiliz Donanmasını Nasıl Torpilledi!

Virginia Woolf, İngiliz edebiyatının en zeki, yenilikçi ve “düzen dışı” yazarlarından biriydi. Woolf, kadınların ikinci “ikinci sınıf insan” sayıldığı yıllarda okula gönderilememiş, babası tarafından eğitilmiş ve babasının zengin kütüphanesinde eline geçen bütün kitapları okuyarak kendisini geliştirmişti. Virginia Woolf’un, 1895’de, henüz 13 yaşındayken bir gazetede kısa hikâyeleri yayımlanmaya başladı.

Bir yazar olarak ünlendiği zamanlarda ise, romanlarını, tutuculuğun hâkim olduğu Victoria tarzı yaşam koşullarına karşı görüşlerini açıklayan temalar ve konular ekseninde yazdı. Virginia Woolf, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu yolundaki gerici görüşlere karşı çıkışını, eşcinselliğini açıkça savunarak ve feminist harekete aktif olarak katılarak göstermiştir. Bu aykırı, olağanüstü zeki ve yetenekli yazar, bugün de, yüz yıl öncesinden günümüze uzanan eserleriyle yaşamaya devam ediyor.

Bugün onu, gençlik yıllarına ait, pek bilinmeyen muzip bir oyununu anlatarak analım.

Aslında içine kapanık bir kişilik olan Virginia Woolf, erkek kardeşi ve iki arkadaşlarıyla birlikte, yüzlerini isle karartıp, sakal bıyık takarak “Habeşistan kraliyet ailesinden bir grup asil” kılığına girmişler, İngiliz Kraliyet donanmasına ait, H.M.S. Dreadnought gemisine bir ziyaret ayarlamışlar. Şatafatlı törenle karşılanmışlar ve bu ziyaret anısına güzel fotoğraflar çektirmişler. Bu şaka, basına yansıyınca ciddi komutanlar alay konusu olmuş.

Hayatı erkeklerin bütün gerici önyargılarıyla egemen oldukları bir toplum içinde yaşamanın güçlüklerini göğüsleyerek geçen Virginia Woolf, özellikle kadın zekâsının ve yaratıcı yeteneklerinin küçümsenmesine eserleriyle cevap vermiştir. Ve kadınlara önerdiği çıkış yolunu şöyle özetlemiştir: “Kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!”

Dreadnought gemisinin burnu havada komutanlarını alay edilecek hale getirmesi de, vasiyetinin çarpıcı bir uygulamasıdır.