Karl Marx, hayranı olduğu İngiliz romancılarının, “bütün profesyonel politikacıların, gazetecilerin ve ahlakçıların gösterdiklerinden daha fazla politik ve toplumsal doğruyu açığa vurmuş” olduklarını söylüyordu. Bunlar arasında Charles Dickens, özel bir yer tutuyordu. Çünkü Dickens, en yoksulları, yetimhane çocuklarını, ölümcül işlerde hayatları karartılan ve açlık içinde çırpınan işsizleri, dilencileri ve suça itilmiş insanları anlatıyor, bununla da kalmıyor köklü reform önerileri geliştiriyordu. Dickens, hem insanların yaşam koşullarını iyileştirmek, hem de eğitim aracılığıyla korkunç yoksulluğun ve özellikle çocuk sömürüsünün yasaklanmasının buna yeteceğini düşünüyordu. Aynı zamanda, İngiliz gemicileri ve köle tüccarları için iyi bir gelir kaynağı olan köle ticaretinin kaldırılmasını savunuyordu. Bunun güçlü bir liberal politika izleyecek herhangi bir hükümetin yapabileceğine inanıyordu.
Dickens, yalnızca hümanist olduğu için değil, İngiltere’ye yaklaşmakta olduğuna inandığı yıkıcı bir devrimi önlemek için de bunların yapılmasının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
İngiliz tarihçileri arasında, Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren halkın aristokratlara, kralın yönetiminde rol alanlara uyguladığı şiddet, korkunç bir felaket olarak tanımlanıyordu ve aynı şeylerin ülkelerinde tekrarlanmaması için etkili bir propaganda yapıyorlardı. Dickens’in görüşlerine katıldığı tarihçilerin etkisiyle yazdığı İki Şehrin Hikâyesi adlı romanı bu konuyu işliyor ve Paris ve Londra arasında kıyaslamalar yaparak devrimci şiddet konusunda halkı ve hükümeti uyarmaya çalışıyordu.
İngiltere, bir yandan büyük bir emperyalist olma yönünde hızla ilerlerken, aynı zamanda yoksulluk, korkunç seri cinayetler, intiharlar, alkolizm ve sinir hastalıkları yarışında da en önde gidiyordu. Charles Dickens’in hemen ardından gelen Conan Doyle da, bu ortamda keskin zekâlı suçlu avcısı Sherlock Holmes’ı yarattı. Daha sonra gelecek olan Agatha Christie de, bu dehşet verici ortamın hâlâ devam eden sonuçlarıyla beslenen polisiye edebiyat geleneğinin en ünlü yazarı olacaktır.
O yılların İngiliz edebiyatının bütün büyük yaratıcıları derin toplumsal sorunlar üzerine yazmışlardır. Thackeray, Charlotte Bronte ve özellikle Manchester işçilerinin hayatı üzerine yazan Mrs. Gaskell, Marx’ın kendilerinden hayranlıkla bahsettiği romancılardır.
Dönelim Dickens’e…
Dickens’in özellikle yoksul ve kimsesiz çocukları anlattığı Oliver Twist, David Copperfield gibi romanlarında yansıttığı dünyaya, aynı yıllarda, aynı kentte aynı dünyaya başka bir göz ve başka bir akılla bakan Marx yaşıyordu. Engels, Dickens’in dünyasına işçi sınıfı açısından baktığı “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı bilimsel eserini yine o yıllar aralığında yazmıştı.
Hem Dickens, hem de Marx ve Engels, Avrupa’nın yoksullarının acılarını ve umutsuz çabalarını gözlemlediler. Her üçü de, vicdansız kapitalizmin, kitleleri kendilerinden ve kendilerini kuşatan dünyadan yabancılaşmaya götüren bir cehennem yarattığını görmüşlerdi. Dickens, adeta bir ressam gibi, gördüklerini canlı sahnelerle edebiyatın diliyle aktardı. Diğerleri, 1848’de yazdıkları Manifesto’yla yaşanan cehennemi bir dünya cennetine çevirecek büyük devrimi beklediklerini ilan ettiler.
Kapitalizmin bütün suçlarının sosyal ve ekonomik nedenleri üzerine kafa yordular ve kesin bir çözüm yolu gösterdiler. Marx da, Engels de Dickens’i okumuşlardı. Fakat, Dickens’in bu iki büyük düşünürden ve onların çabalarından haberdar olduğuna dair bir bilgi yok. O, büyük olasılıkla kendi yurttaşları olan ütopyacı sosyalistlerin eserlerini okumuş ve onlar gibi kapitalizm içinde bir çözüm yolu aramıştı. Marx ve Engels’i tanımış olsaydı bile, herhalde düşüncelerini benimsemeyecekti. Çünkü Dickens, devrim kelimesinden bile korkuyor ve Londra’nın Paris gibi devrim kasırgasına tutulmaması için çareler arıyordu. Eserleri, yalnız o çağı anlamak için değil, günümüzde yaşanan olayları ve yaşayan insanları daha yakından tanımak için de geçerliliğini koruyor.