14.1 C
Los Angeles
Perşembe, Nisan 24, 2025
Ana Sayfa Blog

‘Kaçak’ yollarla gelen göçmenler İngiliz vatandaşı olamayacak

Göçmenlik karşıtlığında ırkçı partiler ve sağcılarla yarış halinde olan İşçi Partisi vatandaşlık başvurularına yeni bir düzenleme getirdi. 10 Şubat’ta uygulanmaya başlanan bu düzenlemeyle, Manş Denizi’nden botlarla gelenler de dahil Birleşik Krallık’a “kaçak” yollarla gelen göçmenlerin vatandaşlığa başvuru hakkı süresiz olarak ortadan kaldırıldı. “Yasadışı” yollardan gelmek sadece botlarla gelenleri değil, bir araçta saklanarak İngiltere sınırlarını geçenleri de kapsıyor.

Vatandaşlık başvurusundaki temel değişiklik Birleşik Krallık’a “yasadışı” yollardan girmiş ya da gelmiş kişileri hedefliyor. Güncellenen kılavuza göre, 10 Şubat 2025 tarihinden itibaren vatandaşlığa kabul edilmek üzere başvuruda bulunan kişiler, Birleşik Krallık’a “yasadışı” yollardan girmiş ya da gelmişlerse, aradan geçen süreye bakılmaksızın başvuruları reddedilecek. Yani düzenleme sadece yürürlüğe girdiği tarihten sonra gelenleri değil, on yıllar öncesinden gelmiş olanları da kapsıyor. Uzun yıllar önce İngiltere’ye kaçak yollarla gelip iltica etmiş ve sonrasında serbestlik almış ama hala vatandaşlık başvurusu yapmamış olanlar bundan sonra isteseler de İngiliz vatandaşı olamayacak.

Birleşik Krallık’ta beş yıl (eşi İngiliz vatandaşı olanlar için üç yıl) yaşayan ve ikametinin son bir yılında serbestliği (eşi İngiliz vatandaşı olanlar hariç) olan herkesin başvuru hakkı kazandığı İngiliz vatandaşlığına ancak belli aralıklarla güncellenen “iyi karakter şartı” kılavuzunda belirtilen kriterlere uyanlar alınmakta.

10 Şubat’tan önce uygulamada olan iyi karakter politikası kapsamında, önceki 10 yıl içinde meydana gelen yasal ikametle ilgili yasadışı giriş ve diğer göçmenlik ihlalleri göz ardı edilebilmekteydi. Serbestliğini aldıktan sonra kişinin karakteriyle ilgili herhangi bir endişenin ortaya çıkmadığı durumlarda, vatandaşlığa kabul başvurusu olumlu olarak sonuçlandırılıyordu.

Ayrıca, İçişleri Bakanlığı’nın şimdiye kadarki uygulaması, kişinin zulümden kaçtığı yerden “doğrudan geldiğinin” düşünüldüğü durumlarda yasadışı girişi göz ardı etmek olmuştur. Bu durum, mültecilerin zulümden korktukları bir yerden doğrudan geldikleri durumlarda göç yasalarını ihlal ettikleri için cezalandırılmamaları gerektiğini söyleyen Birleşmiş Milletler Mülteci Sözleşmesi’nin 31. Maddesini yansıtmaktaydı. Değiştirilen kılavuzda 31. Maddeye atıfta bulunulmuyor. Ayrıca, yine BM Mülteci Sözleşmesi’nin, devletlerin “mültecilerin asimilasyonunu ve vatandaşlığa kabulünü mümkün olduğunca kolaylaştıracaklarını” belirten 34. maddesine de atıf yok.

Yeni düzenlemenin uygulanmaya başladığı 10 Şubat günü yapılan bir kamuoyu araştırması, halk ile politikacıların göçmenlere yaklaşımı arasında büyük bir uçurum olduğunu ortaya koydu. Kamuoyu yoklamasına katılan İşçi Partili seçmenlerin yüzde 62’si göçmenlerin nasıl geldiklerine bakılmaksızın vatandaşlığa kabul edilmeleri gerektiği görüşünü paylaşıyor. İşçi Partisi’nin acımasız ve entegrasyona zarar verici olan bu düzenlemeyi kendisine oy verenler bile kabul etmiyor. Aynı ankete göre halkın sadece onda biri, Muhafazakâr Parti’nin lideri Kemi Badenoch’un vatandaşlık başvurusu için bekleme süresinin 15 yıla çıkarılması fikrine destek veriyor. Yani halk göçmenlerin entegrasyonu ve vatandaşlık hakkını kullanmasından, politikacılar ise ayrımcılık ve göçmenlerin ömür boyu ikinci sınıf vatandaş olmasından yana.

İşçi Partisi’nin uygulamaya soktuğu bu değişiklik sadece Refugee Council ve memurların örgütlü olduğu Kamu ve Ticari Sektör (PCS) sendikası tarafından değil aralarında Stella Creasy’nin de bulunduğu bazı İşçi Partili milletvekilleri tarafından da kınandı. Creasy, bu değişikliğin “mültecilerin sonsuza kadar ikinci sınıf vatandaş olarak kalacağı anlamına geldiğini” söyleyerek itiraz etti.

İngiltere’nin en büyük memur sendikası PCS “yasadışı” yollarla gelen herkesin vatandaşlık kazanmasını engelleme planlarına karşı çıkarak, Başbakan Keir Starmer’ı mültecilere insaniyet göstermeye çağırdı.

PCS Genel Sekreteri Fran Heathcote İşçi Partisine yaptığı çağrıda, “Mevcut hükümetin bir önceki hükümetin göç karşıtı izinden gittiğini görmek büyük hayal kırıklığı yaratıyor. Sert görünerek Reform Partisi seçmenlerini etkilemeye çalışmak yerine, bu konuya insancıl bir yaklaşım sergilemeli ve mültecilerin Birleşik Krallık’a seyahat etmelerine ve varışta taleplerinin adil bir şekilde değerlendirilmesine olanak tanıyan Güvenli Yollar programımızı benimsemelidirler” dedi. Heathcote ayrıca “Bir kişinin İngiliz vatandaşlığına uygunluğu, buraya nasıl geldiğine değil, neden burada olduğuna bağlı olmalıdır” sözleri ile İşçi Partisi’ne izlemesi gereken kriteri hatırlattı.

Süresiz oturum hakkına (ILR) sahip göçmenler İngiliz vatandaşlarının yararlandığı hemen hemen tüm haklara sahip olsalar bile seçme ve seçilme haklarından yararlanamıyor. Ayrıca politik ilticası kabul edilenler kendi ülkelerinin pasaportunu ömür boyu alamıyor. Aldığı takdirde ilticacı statüsünü kaybediyor. Vatandaş olduktan sonra ülkesine gitme hayali olan ilticacıların bu hayali artık gerçekleşemeyecek ve ömür boyu ülkesini bir daha göremeyecek.

Ölümle yaşam arasında tercih etmek zorunda kalanların hayatlarını tehlikeye atarak İngiltere topraklarına çıkmalarını cezalandırmak için vatandaşlık hakkını elinden alan İşçi Partisi, parlamentoya sunduğu Sınır Güvenliği, İltica ve Göçmenlik Yasa Tasarısı (The Border Security, Asylum and Immigration Bill) ile de sığınma talebini terörle mücadele kapsamı içine sokarak sığınmacıları bir ulusal güvenlik meselesi haline getirmenin yolunu açmayı hedefliyor.

Muhafazakârların Ruanda planını iptal eden İşçi Partisi buna karşılık insan kaçakçılarına karşı polisin yetkilerini arttıran yeni bir sınır güvenliği yasa tasarısını Avam Kamarası’na sundu. Parlamentoda görüşülmeye başlanan Sınır Güvenliği, İltica ve Göçmenlik Yasa Tasarısı ile İşçi Partisi insan kaçakçılarını terörist olarak suçlamakta ve Manş Denizi’nden yasadışı geçerken başka bir kişiyi tehlikeye atmak gibi yeni bir suç yaratmakta.

Yasa Tasarısı, sığınma talebini bir ulusal güvenlik meselesi haline getirirken, terörle mücadelenin yetkilerini genişletmekte. Tasarı, belgesiz bir göçmenin seyahatine yardımcı olacak malzeme veya bilgi sağlamanın suç sayılması, sınırda insanların cihazlarına (telefon, tablet) el koyma yetkilerinin genişletilmesi, sığınma talep etme yollarının azaltılması, sınır dışı etme anlaşmalarının yeniden başlatılması, biyometrik gözetimin arttırılması ve sivil özgürlükleri kısıtlayan mahkeme kararlarının genişletilmesi gibi çok sayıda endişe verici maddeyi içeriyor.

Trump’ın Başkanlığı bir Kabus mu?

ABD’yi Paris İklim Anlaşması’ndan ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekmesi, idam cezasının uygulama alanını genişletmesi, milyonlarca göçmeni sınır dışı edeceğini açıklaması, güney sınırında acil durum ilan ederek girmeye çalışan göçmenleri öldürmek üzere askeri birlik göndermesi, 6 Ocak Kongre baskınından sanık olanlara, içlerindeki müseccel suçlular da dahil, af ilan etmesi iktidar sürecinin belli başlı özellikleri hakkında işaretler veriyor.

ABD’nin II. Emperyalist Savaş sonrasında dünya hakimiyeti yolundaki politikalarının ana hatlarını çizen ve sonraki bütün dönemler için geçerli kılınan Truman Doktrininin iki hedefi vardı: ABD emperyalizminin sadece Latin Amerika değil, Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinde de ideolojik, ekonomik, politik ve askeri hegemonyasının sağlanması ve SSCB’ye ve onun müttefiki sosyalist ülkelere karşı ne bahasına olursa olsun mücadele edilmesi… Bu hedefe doru ilerleyişinde devrimler, halk savaşları ve demokratik direnişler nedeniyle zaman zaman aksamalar, gerilemeler yaşansa da ABD bu ana hedeflerden asla şaşmadı.

Beyaz Saray kimi zaman “ılımlı emperyalist”, “insan hakları savunucusu” başkanlar da gördü. 1960’da yapılan seçimlerde Demokrat Parti adayı genç senatör John Fitzgerald Kennedy’nin, üstelik Protestan çoğunluklu ülkede bir Katolik olarak cumhurbaşkanı seçilmesi, tıpkı 48 yıl sonra, 2008 yılında, Kenya kökenli siyah Barack Obama’nın seçilmesinde olduğu gibi, özellikle ABD emperyalizminden çok çekmiş ülkelerde büyük umut yaratmıştı. Çeşitli konularda Sovyetler Birliği ile diyalog kuran ve “barış içinde bir arada yaşamanın” gerçekleşmesi için girişimlerde bulunan Kennedy, ABD içinde ırk ayrımcılığına karşı da bir mücadele başlatmış, siyah öğrencilerin güney eyaletlerdeki üniversitelere girebilmelerini sağlamıştı. Jimmy Carter, Bill Clinton ve Barack Obama da hem uluslararası ilişkiler hem ülke içi demokratikleşme planında bazı önemli adımlar atmışlardı.

Ne var ki Kennedy, aynı zamanda Küba’yı içerden çökertmek için 17 Nisan 1961’de Amerikan uçaklarıyla Küba hava alanlarını bombalatmış, CIA tarafından devşirilip eğitilen Kübalı karşı devrimcileri ABD donanmasının gemileriyle Domuzlar Körfezi’ne çıkartmış, ancak Küba halkının efsanevi direnişiyle yenilgiye uğramıştı. Diğer “demokratik” başkanlar zamanında da özellikle uluslararası planda ABD’nin emperyalist ve komplocu politikalarında hiçbir değişiklik olmamış, Truman Doktriniyle belirlenen hedefler doğrultusunda saldırganlık devam etmişti.

TRUMP, MEGA TRUMAN

Trump’ın ilk ağızda açıkladığı “heyecan yaratan” hedefler, Truman’ın uzun vadeye yayılmış stratejik planını “acil eylem planı” olarak hayata geçirmeye hazırlandığını gösteriyor, hatta ilerisine geçiyor. Trump, Avrupa’da da yükselen en gerici eğilimlerin şefi olarak harekete geçme niyetinde olduğunu gizlemiyor. Fransa’da, Almanya’da ve İngiltere’de hükümet biçimlerine ilişkin dayatmalarda bulunacağı, destekçilerinin ve danışmanlarının açıklamalarından anlaşılıyor. En sağcı, ırkçı, işçi ve emekçi, özellikle de göçmen düşmanı politikaları ve politikacıları açıktan destekliyor, onlara yol gösteriyor.

Yayılmacı hedeflerinin ise kimi çevrelerde alayla karşılansa da ciddi olduğu açık. Donald Trump’ın, gerileyen Batı’nın küresel hakimiyetini sürdürme ve transatlantik ittifak içindeki dengeyi açıkça kendi lehine (Avrupa ülkeleri aleyhine) değiştirme yolundaki büyük mücadelesinde ABD’nin konumunu güçlendirmek istiyor. Trump ABD’nin Grönland’ı ele geçirmesi talebinde bulundu. Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge olan ada, stratejik öneme sahip nadir toprak elementleri de dahil olmak üzere büyük ham madde rezervlerine sahip. İklim değişikliği nedeniyle giderek daha fazla deniz ticareti, doğal kaynakların sömürülmesi ve askeri operasyonlara açılan Arktik üzerindeki nüfuz mücadelesinin giderek büyümesi bakımından da olağanüstü bir jeostratejik önemi var. Panama’ya ilişkin hayalleri de “tam egemenlik” hedefinin bir parçası. Bütün bunlar için, özellikle Avrupalı emperyalistleri ikna etmesi gerekiyor, bunun için de kendisine benzer politikacıların iş başında olmasını sağlamaya çalışıyor.

Ortadoğu’ya ilişkin hedefleri ise, İsrail’le birlikte oluşturuluyor ve bunlar bölgenin bütün halkları için felaket çanlarının çalmakta olduğunun işareti.

 

Doğum günü

Aslında tam olarak hangi gün doğduğumu bilmiyorum. Annem beni yılbaşından sonra, Nisan’dan önce, Ankara’nın karlı bir gününde, ’küçük Moskova’ diye anılan gecekondu mahallesi Tuzluçayır’da muhtemelen ‘şirin’ olan evimizde doğurduğunu söylüyor. Televizyonla birlikte hayatın da siyah-beyaz olduğu 70’li yıllarda zamanın dolmasını bekleyemeden sekiz aylıkken dünyaya gözlerimi açıyorum.
Yüce devletimizle daha henüz (belki de hiçbir zaman) hemhal olmadığımızdan mıdır nedir hastaneye gitmek bizimkilerin aklından geçmemiş. Hastaneye gidecek medeni cesaretin ve paranın olmadığı bir döneme denk geldiğim için de olabilir… Doğduğum güne dair rivayetlerin ortada dolaşmasının bir sebebi budur.

Bizimkiler 4-5 yıl sonra NATO yolu, Ege Mahallesi’nde kendi gecekondularını, adına yaraşır bir şekilde bir gecede yapıverip yerleşik düzene geçince biz de kayıt altına alındık sanırım. Annemle babam ilk ürünlerinden memnun kaldılar ki benden sonra seri üretime başlamışlar. İki erkek, iki kız daha dünyaya getirdiler.

Kardeşlerim annemin beni hep daha çok sevdiğini iddia etse de bu da doğum günlerimiz etrafında dolaşan rivayetlerin bir parçası aslında…

Yerleşik düzenle birlikte devletle münasebetimiz de ilerledi. Zekâsı ve pratikliğiyle devlet katında küçük bir memuriyet kazansa da babam hiçbir zaman ‘devlet babamızdır’ diye lüzumlu lüzumsuz konuşmadı. Hatta devleti sevmedi. Bize de devletten uzak durmamızı tembih etti. Mahallemizde sosyal güvencesi olmayan çocukların ve kadınların hastane işlemlerini bizim ve annemin evrakları ile yaptırarak devletle meselesini kendi yöntemiyle sürdürdü. Ankara’daki hastanelerin arşivlerine baksak biz ve annem bir dizi ameliyat geçirmiş çıkarız…

Doğum günü hadisesine dönersek…Benden sonra doğan iki erkek kardeşim de benimle aynı gün doğmuşlar nüfus kayıtlarına göre…Babam ikişer yaş ara ile hepimizin doğduğu günü 1 Şubat yazdırmış kimseye haksızlık olmasın diye…Hepimiz Ankara’da doğmuş olsak da doğum yerimiz Kayseri’nin Sarız ilçesi olarak geçer kayıtlarda. Bizimkiler Ankara’ya göçmeden önce Sarız’da  yerleşikmiş. Bu göçme halini eskiden beri üzerimizde taşırız yani… bunu başka bir yazımda anlatırım.

Çocukluğumda hiç doğum günü teferruatına girmedik. Kutlama uzaktı bize. Fukaralıktan mı yoksa ‘durup ince şeyler düşünecek vakitleri mi olmadı’ hiç bilmedim.  Sonraları okuyup yazmam ilerleyince bu kutlamaların orta sınıf kentli ailelere ait olduğunu anladım. Biz kentli değildik kentte doğmuş olsak da… Kentte tutunmaya çalışan, kamusal alanda var olma mücadelesi verenlerdendik. Sanırım kamusal alan henüz buna hazır değildi. Şairin dediği gibi ‘biz bu kentlere sığdık da bu kentler bize sığmadı usta’…

Doğum günü kutlaması televizyonda gördüğümüz bir kurmaca olarak çocukluk hafızalarımıza kaydedildi hepimizin. Sanırım ilk doğum günü hediyem üniversitenin birinci sınıfında, arkadaşlarım Gülnaz, Mesut, Hacer, Ebru’nun ortaklaşa aldıkları gömlekti. Gömlek o yıllarda moda olan oduncu gömleği idi. Oduncu gömleğivari gömleklere olan düşkünlüğüm o hediyeye dayanır…

Soyadım olan Yadırgı’nın kimliğime geçişi midir nedir, kendimi bildim bileli dünyayı pek bir yadırgadım doğrusu… Anayurt Oteli’ndeki Zebercet, Camus’un Yabancı’sı, Oğuz Atay’ın Turgut’u gibi olmasa da (çünkü onlar roman kahramanıydı benim sadece adım kahraman) bu dünyaya birine bakıp çıkacağım modunda gelmiş gibiyim. Tanpınar’ın ‘Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında’ sözleri ahvalime tercüman olur belki…
Ömrümün ikinci yarısından da büyük bir parça yediğim şu günlerde, şu kadim soru zihnimde dolaşıyor: ‘Bir insan ömrünü neye vermeli?’

Yaşadığımız hayata çok derin anlamlar atfetmemiz kendimizi ayrıcalıklı bir varlık olarak görmemizle doğru orantılı. Her şey olup biterken yaşananlara şahit olmaktan başka bir şey değil hayat… Yaşadığımız ya da yaşamayı tahayyül ettiğimiz dünyalar etrafımızda dönmüyor. Benim için o sorunun cevabı harcanıp giden ömrü neye harcadığımla ilgili…

Halac-ı Mansur, ‘Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir’ demiş. Ben başkalarının acılarını duymakla harcamaktayım ömrümü gücüm yettiğince ki ‘Mazlumlar bana darılmasın’…

 

Aileler ve Okul Çalışanlarının Protestoları Sürerken Hackney Belediyesi Okulların Kapatılması Planlarını İlerletiyor

Sonbaharda ortaya atılan önerileri durdurmak için son bir girişimde bulunan veliler, öğretmenler ve öğrenciler 27 Ocak Pazartesi günü yağmurlu bir akşamda Belediye Binasına akın ederek “Hey, Hackney, çocukları rahat bırak!” sloganları attılar.

Kabine üyeleri o akşam belediye salonunda kararlarını vermeden önce merdivenlerde toplandılar.

Kapatılması planlanan okullardan biri olan St Dominic’s Primary’de öğretmen olan Carly Slingsby, belediyenin kararı ne olursa olsun, kendisinin ve diğer pek çok kişinin, toplumun planlara karşı olduğunu göstermek ve okulların duvardaki tuğlalardan ibaret olmadığını belirtmek için orada olduğunu söyledi.

“Hükümetin finansman formülünün işe yaramadığını hepimiz biliyoruz. Okullarımızda kaç çocuk olduğuna bakarak onlara bir fiyat biçmemeliyiz.” Şeklinde konuştu.

Mevcut belediye planlarına göre, Sir Thomas Abney, St Dominic’s, St Mary’s ve Oldhill ilkokullarının her biri, düşen öğrenci sayıları ve belediye bütçesindeki büyük açıktan dolayı kapanabilir veya başka okullarla birleşebilir durumdalar.

Bu yıl yapılan öğrenci sayımı, Ocak 2017’ye kıyasla bölgedeki ilkokullarda 2 bin 400 daha az çocuk olduğunu ve 600 doldurulmamış okul yeri bulunduğunu ortaya koydu – bu son on yılda yaklaşık yüzde 20’lik bir artışı ifade ediyor.

Ancak özel eğitim ihtiyaçları ve engelliler (SEND), personeli işten çıkarma ve parçalanmış okul toplumları ile ilgili kaygılar üzerinden yapılan itirazlara rağmen, belediye bu okulları kapatma veya birleştirme dışındaki alternatiflerin “finansal olarak sürdürülebilir” olmadığını söyledi.

Belediye, şimdi nihai yasal aşamaya geçmeye karar verdi ve yerel toplumun planlara itirazlarını veya yorumlarını iletebilecekleri 28 günlük bir temsil süresini tetikledi.

Nihai kararın Nisan ayında alınması planlanırken, kapanma ve birleşmelerin Ağustos ayı sonuna kadar yürürlüğe girmesi bekleniyor.

Sir Thomas Abney İlköğretim Okulu’nun Holmleigh ile birleştirilmesi ve Holmleigh’in eski yerine taşınması planlanıyor.

Oldhill Community School da Harrington Hill ile birleştirilecek ve Oldhill öğrencileri, daha büyük bir kapasiteye sahip olacak ve Oldhill’in uzmanlaşmış SEND bölümünü yürütmekle görevlendirilecek.

Bağımsız Sosyalist meclis üyesi Penny Wrout, Belediye Binası merdivenlerinde, “bölgemizin can damarı” olan okulların kapatılması yönündeki “aptalca” kararı eleştirdi ve nüfusun azalması sorununun temelinde konut sorununun yattığı yönündeki diğer protestocuların sözlerini yineledi.

 

Malan Barkırın : Bir Ağıdın Öyküsü

Dersim’in sarp dağları, yeşil vadileri ve sularıyla kutsanmış topraklarında, tarih boyunca nice acıların izleri saklı kalmıştı. Bu toprakların insanları, her bir taşın altına bir hikâye, her bir ağaç dalına bir umut saklamışlardı. Ancak, 1938 yılında, bu topraklar büyük bir karanlığa büründü. Dersim Katliamı, bu güzel diyarın bağrını paramparça etti.

Köylerin üzerine kara bulutlar çöktüğünde, Zalî ailesi de diğerleri gibi ölümün soğuk nefesini enselerinde hissetmişti. Ali Zalî, ailesinin en yaşlısı, bu kara günlerde evini terk etmek zorunda kalacaklarını anladığında, gözyaşlarını içine akıtarak kadınları, çocukları topladı. Her biri, sevdiği yerlerden kopmanın acısıyla evlerinin kapısını son kez kilitledi. Anıları geride bırakmak, hayatta kalmak için bir zorunluluk olmuştu. Eşyalarını yükledikleri katırların sırtında, geçmişlerini sırtlanarak, bilinmez bir geleceğe doğru yola çıktılar.

Malan Barkırın, tam da bu ayrılışın ağıtıydı. Şivan Perwer, Dersim’in topraklarından doğan bu acıyı bir türküyle ölümsüzleştirdi. Malan Barkır, evlerini terk etmek zorunda kalan insanların, bir daha dönmemek üzere yollara düşüşünün hikâyesiydi. Her bir dize, toprağını terk edenlerin, geride bıraktıkları yurtlarının ve hayallerinin acısını taşırdı.

Bu türkü, sadece bir ağıt değil, aynı zamanda bir direniş marşıydı. Çünkü Malan Barkırın’da, halkın ne kadar ezildiği değil, ne kadar direndiği anlatılırdı. Türküdeki her bir söz, geçmişe duyulan özlemin ve geleceğe dair umudun bir arada nasıl taşınacağını gösterirdi.

Yıllar geçtikçe, Malan Barkırın, sadece Dersimlilerin değil, acı çeken, yerinden yurdundan edilen herkesin türküsü haline geldi. Farklı coğrafyalardan gençler, bu türküyle halaylar çekti, bazen gözyaşlarını tutamadan, bazen hüzünle gülümseyerek. Malan Barkırın, bir dönemin sessiz çığlığı olarak kalplerde yankılandı.

Ali Zalî’nin torunları, yıllar sonra bu türküyü dinlediklerinde, dedelerinin yaşadığı acıyı hissettiler. Her ne kadar o topraklara dönmek artık mümkün olmasa da, Malan Barkırın onların bir parçası olmuştu. Bu türkü, onların kimliklerini, geçmişlerini ve acılarını hatırlatan bir köprüydü.

Şivan Perwer’in sesinden yükselen Malan Barkırın, artık bir insanın, bir ailenin, bir köyün değil, bir halkın ağıtıydı. Hangi dilde dinlenirse dinlensin, hangi coğrafyada yankılanırsa yankılansın, Malan Barkırın, zulme direnenlerin ve acı çekenlerin sesi olmaya devam etti.

Bu türküyü dinleyen herkes, kendi acılarını, kayıplarını ve mücadelelerini buldu içinde. Zamanla, Malan Barkırın, sadece geçmişin değil, geleceğin de türküsü oldu. Çünkü bu türkü, acının sonsuzluğu kadar, insan ruhunun direncini de anlatıyordu. Ve ne olursa olsun, zulüm karşısında direnenlerin türküsü olmaya devam edecekti.

Malan Barkırın, sadece bir ağıt değil, bir halkın onurunu, acısını ve umutlarını taşır. Ve her yankılanışında, Dersim’in o kadim dağlarında yeniden doğar, yeniden yaşar.

https://youtu.be/5KaTlELBFmI?si=LeU8nLUJGyqiWj3g

 

Arif Hoca’nın ardından

0

Arif Hoca’yı ilk kez 2016 da dernekteki bir toplantıda görmüştüm. Dayım, Almanya’dan bir abi geldi bir süre buralarda gel seni de tanıştırayım dediğinde 19-20 yaşlarındaydım. Toplantı bitmiş ve o oturup notlarına bakıyordu. Hocam merhaba hoş geldiniz dediğimde, 80’li yılların modası olan kemikli yukardan birlesen gözlüğünün üzerinden bir bakıp, ayağa kalkıp hoş bulduk hocam diye cevap verdiğinde anlamıştım aslında o ses tonundan ne kadar babacan biri olduğunu. ‘’İsmine Arif demişlerdi. Taa ki X (twitter)’de gerçek ismini öğrenene kadar.’’

Bir anda dernek cafesinin önünde çay alırken görürdüm onu. Ne zaman geldi ne zaman gidecek gibi sorular bile aklımıza gelmezdi, demek ki bir süre daha buralarda derdik. Herkesle muhabbet eder, genç yaşlı demez, toplum içinde de çok sevilirdi. Yeri gelir o babacanlığı gider yerine sert, karşı gelen ve kararlı bir ses tonuyla da söz ettirirdi kendinden toplantılarda. Bir keresinde tek başına 4-5 kişiyle bile münazara ettiğine şahit olmuştum. O sakin ve samimi ses tonu sanki bir aile büyüğünün verdiği güveni verebiliyordu insanlara.

En son geldiği Festival zamanında da bir hayli muhabbet edip gülmüştük. Gençlerle de arası iyiydi, şaka yapar, kendisine yapılan sakalara oldukça gülerdi. ‘’Her geldiğimde daha da fazla kilo alıyorsun, dikkat et daha da gitme’’ diye şaka ile karışık bir uyarı da bulunmuştu ve gülmüştük, ben de ‘’hocam inşallah ben de senin yaşında senin gibi olurum’’ diye karşılık verince sen bizden daha iyi olursun merak etme biz artık son düzlükteyiz deyip meşhur gülümsemesi ile de cevap vermişti.

Aslında o kadar da yaşlı değildi, 80’lerdeki insanlık dışı işkencelerden geçmiş tek söz etmemiş ve ağzını açmamıştı. Bu sahip olduğu sabır ve güç arkasından gelen partisinden ve yoldaşlarından geliyordu. Sosyalizm ve sömürüsüz toplum için kendini hala mücadeleye adıyor ve bunun için ne görev verilirse verilsin geri adım atmıyordu.

65 yıllık ömrüne çokça ani sığdırmıştı. Bir partili ve iyi bir komünistti. Sınıf bilincini küçük yaşlarda almış, örgütlü bilinç ile de Denizlerden sonraki kuşak için insanlara iyi bir devrimci olduğunu ve nasıl olunacağını yaşayarak göstermişti. Anısını ve mücadelesini yarınlarımızda yaşatmaya yaşattırmaya devam edeceğiz. Yıldızlar yoldaşın olsun, ışıklar içinde uyu Arif Hoca.

 

Hoxton Sitelerinde Isıtma Arızaları Nedeniyle Yüzlerce Belediye Sakini Mağdur Durumda

Isıtma sorunları üç siteyi etkilemeye devam ederken yüzlerce Hoxton sakini kış boyunca günlerce sıcak susuz kaldı. Hoxton’daki Cranston Estate, Cropley ve Thaxted Courts’ta yaşayan 450’den fazla hane Shoreditch Heat Network (SHN) kesintilerinden aylarca etkilenmiş durumdalar.

Siteler uzun süredir benzer sorunlarla boğuşuyor. Cranston sitesinde 21 yıldır yaşayan Michelle Drummond, Hackney Citizen’e verdiği demeçte, bu ayın başlarında Hackney Belediyesi’ne her kiracının “çok soğuk kış ayları boyunca sınırlı ısıtma ve sıcak suya sahip olduğu ya da hiç olmadığı” şikayetinde bulunduğunu açıkladı.

Belediye’nin bu konudaki “üzücü” sessizliğinden yakındı. 11 Ocak’ta Bayan Drummond konunun “şakadan da öte” olduğunu söyledi. “Bir sürü insan acı çekiyor ve görünüşe göre Hackney’in umurunda bile değil” diye yazdı: “Bana kalırsa, kötü planlama ve kötü yönetim nedeniyle bu sorunun içinde sıkışıp kaldığımızdır.”

Belediyenin Konut hizmetleri müdürü Steve Waddington geçen hafta yaptığı açıklamada, belediyenin devam eden durumun “tamamen farkında olduğunu” ve “bunun bağlı olanlara verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilediğini” söyledi. “Önleyici tedbir” olarak altı ana ısı eşanjörünün sipariş edildiğini ve bunların ‘teslim edilir edilmez’ monte edileceğini açıkladı.

Bina sakinleri, her bir binaya bağlı kazan dairelerinin kurulumdan bu yana kaç kez arızalandığını öğrenmek için Bilgi Edinme Özgürlüğü (FoI) talebinde bulundu, ancak Belediye, 2020 siber saldırısı nedeniyle bu bilgilerin çoğuna “artık ulaşılamayacağını” söyledi.

 

Hackney’de Belediye Evlerinin Kira ve Hizmet Bedelleri Artıyor

Hackney Belediyesi, 7 Nisan’dan itibaren hem belediye evleri kiralarında hem de hizmet ücretlerinde artış yapılacağını duyururken, kiracılara zamların Belediye ücretlerinin “Londra’daki en düşük ücretler arasında” kalacağı anlamına geldiği güvencesini verdi.

Pazartesi günü Belediye yönetimi, artan maliyetleri karşılamak amacıyla kira ve idare ücretlerini yüzde 2.7 ve yüzde 4.8 oranında artırmayı kabul etti.

Bu da haftada fazladan £3.38’lik bir artışı ifade ediyor; böylece kiralar £125.18’den £128.56’a artacak.

Belediyenin konut şefi Cllr Clayeon McKenzie, Hackney’in kiralarının “hala Londra’nın en düşük yedinci kirası olmaya devam edeceğini” söyledi ve artışın belediyenin konut gelir hesabı (HRA) üzerindeki artan maliyet baskılarını karşılamak için hayati önem taşıdığını açıkladı.

Enflasyonun tamir ve bakım masraflarını artırdığını, Labour Partisi hükümetinin Ekim ayında açıkladığı İşveren Ulusal Sigorta (NI) zammının da belediyenin genel giderlerini artırdığını sözlerine ekledi.

Bir başka etken de hayat pahalılığı krizi sırasında merkezi hükümet tarafından dayatılan sosyal kira üst sınırıydı; bu, belediye sakinler için iyi bir haber olsa da, o zamanlar Belediye’nin planlarından £233 milyonluk bir kesinti anlamına gelmişti.

Birçok ailenin hala gelir sıkıntısı çektiğini kabul eden Cllr McKenzie, belediyenin “mali sıkıntı yaşayan sakinlerimizi desteklemeye devam edeceği” güvencesini verdi.

Bunun yanı sıra Belediye, konut hizmetlerini iyileştirmek için konut sakinleri inceleme panelleri, bir politika ve prosedür incelemesi, kiracılar için güncellenmiş onarım kılavuzları ve oluklar ve ‘yüksek erişimli’ alanlar için daha iyi bir temizlik hizmeti de dahil olmak üzere bir dizi önlem açıkladı.

Bu son değişiklik, geçtiğimiz Haziran’da bir gider borusunu açmaya çalışırken altıncı kattaki dairesinin balkonundan düşerek hayatını kaybeden kiracı Sarah McGreevy’nin trajik ölümünün ardından özellikle dikkat çekmekte. Kuzey Londra’nın iç bölgelerinden sorumlu adli tabip yardımcısı daha sonra, mülk sahibi Hackney Belediyesi’nin harekete geçmemesi halinde olayın tekrarlanabileceği uyarısında bulunmuştu.

Belediye ayrıca, “blokları veya mülkleri için yapılan gerçek maliyetleri yansıtmak” için lease sahiplerinin hizmet ücretlerini yüzde 7.5 oranında artırmayı planlıyor.

Yeşiller grubundan Cllr Liam Davis, kira artışlarının büyük ölçüde hem mevcut İşçi Partisi hem de önceki Muhafazakâr hükümetin “kötü seçimlerinin” bir sonucu olduğunu, ancak Belediye’nin “bölgedeki birçok konutun tehlikeli derecede kötü durumundan dolayı kendi payına düşen suçu hak ettiğini” söyledi.

 

Bağımsız Sosyalistler, Belediyenin ‘tepeden inmeci’ Yaklaşımına karşı Hackney Halk Forumu’nu Başlattı

Hackney’in Bağımsız Sosyalistleri, Belediye’de nasıl bir değişim talep etmeleri gerektiğine dair görüşlerini paylaşmaları için yeni bir “halk destekli” forum başlattı.

Üçü de geçen yıl Hackney İşçi Partisi’nden ayrılan meclis üyelerinden oluşan grup, girişimin “başarılı başlangıcını” selamladı.

Ocak’ta bölgenin kuzey ve güney bölgelerinde düzenlenen ilk iki toplantıya yaklaşık 60 kişinin katıldığını söylediler.

Bölge sakinleri konut, iklim, demokrasi, gençler ve yaşlı kuşaklar için mevcut destek gibi “acil” endişelerini paylaştılar. Meclis üyeleri, gelen yanıtlar doğrultusunda “gerçek ve anlamlı bir değişim görene kadar” desteklemeyi kararlaştırdıkları bir eylem listesi oluşturduklarını belirttiler.

Cllrs Wrout, Turbet-Delof ve Fliss Premru, yaptıkları açıklamda, birkaç ayda bu forumları düzenleyerek elde ettikleri sonuçlar hakkında geri bildirim toplamayı ve insanların değişen önceliklerini ölçmeyi umduklarını kaydettiler.

Geçtiğimiz yıl, İsçi Partisi tarafından yönetilen Belediye, halkın endişelerini ele alma şekli de dahil olmak üzere, konut gibi kritik hizmetler konusunda sert eleştirilere maruz kalmıştı. Kasım ayında iki çocuk merkezinin kapatılması önerisi üzerine yapılan bir istişare, Belediye’nin yasal bir mücadeleyi kaybetmesi ve planlar hakkında bölge sakinlerine yeterince açık olmadıklarını kabul etmesinin ardından iptal edilmişti.

 

Ayın Artizi: Sun ve Times gibi Gazetelerin Sahibi News UK

Fazla ayrıntıya girmeyeyim dükkânda ya da daha doğrusu dükkânın önünde son yazıdan beri olanlara. Geçen kavga çıktı müşteriler arasında, sonradan anladık ki bir futbol geyiğiymiş, gidip araladık elemanlar birbirlerini paralamasınlar diye, sonra ikisi de dönüp kavgayı ne aralıyorsunuz diye bize diklendi, bundan da biraz esinle sonra anladım ki tanıtacağımız artiz ya da daha doğrusu artizlik potbori temasıyla olacak, buyrun burdan.

Son ay içerisinde duyduğumuz ender hayırlı haberlerden biri de 2009’dan beridir Sun ve şimdi kapanmış News of The World gazetesinin sahibi olan News UK şirketine karşı mahremiyete müdahele etme nedeniyle şöyle böyle süren davaların biraz sonuçlanmasıydı. Milletin özel yaşamlarına telefon dinleme gibi yöntemlerle müdahele etme nedeniyle şirketin suçlu olduğuna mahkeme karar verdi ve tazminat vermesini emretti, artizliğini tescil etti.

Eski adıyla News International olan News UK’ın artizliğine bu ayın ana artizi olarak geri döneceğiz ama işin ilginci bu artizliği ortaya çıkaranın kendisinin bir artiz olması: kralımız Charles’in güççük oğlu kaçkın Harry. Eleman 6 yıldır sürdürüyordu davayı, parası vardı mahkemeye gitmek için, gitti ve kazandı da. Kimsenin hakkını yemeyelim ama News UK’in artizliğinin gündem olması mıdır yoksa Amerika’da yaşadığı gurbet Harry’i olgunlaştırmış mıdır bilinmez ama pek bir artizlik yapmadan bir hayır işledi Harry. Artizliği ama tarihi: hem geçmişte olduğu için hem de yaptıklarını tarihe artize yakışan yaldızlı harflerle yazdırdığından dolayı. Kral olmayacağını anladığından beridir giriştiği cibelme kampanyası da üstelik dinmiş gibi de görünüyor elemanın.

Neyse konu News UK, dönelim: mahkeme sonrası Harry’nin avukatı David Sherbourne, News UK’in Sun üzerinden yasadışı yönetemlere başvurduğunu kabul ettiğini ve mahkemeye çıkmak yerine kendileriyle anlaşmayı seçtiklerini açıkladı. Sherbourne, önemli olarak, bu konuda mağdur olduğu halde mahkeme ücretlerini ödeyemediğinden dolayı meselenin aslına ulaşamayan ve Sun’ın mahkeme dışında anlaştığı yüzlerce kişinin yaşadıklarını açığa vurduğunu ifade etti. Meselenin üzerini kapatmak üzere, kendisine karşı dava açanlara ve mahkeme ücretleri için £1 milyardan fazla para harcayan News UK’in ne nane yediğinin sonunda ortaya çıktığını söyledi bu avukat kardeşimiz.

Potbori temamızın başka bir unsuru olarak da şunu kaydedeilim ki Harry’nin avukatının yanında duranlardan biri de eski Labour Party başkan yardımcısı Tom Watson’du; fi tarihinde artiz olarak tanıttığımız başka bir şahıs, burdan da buyrun. Onun da Sun’a aynı nedenle açtığı bir dava vardı, ondan. Artizin kötüsü daha kötüsünü ifşa ediyor ve bu iyi birşey olabiliyor, ne günlere geldik walla! O da halkın namahremine bu müdaheleler tek tek olaylar değil sinai çaptaydı dedi. Yalan sanayi yani. Aynı demde Watson Harry’i de övdü, bu ormanın asıl yırtıcısı olan Sun’ı o kesti diye geyik yaptı. Bu müdahelelerin kurbanı olan binlerce insan adına teşekkür etti. Sanırsın Harry’ı reklamlıyorlar.

Sonra da News Group Newspapers olarak (aynı artiz ama başka isimleri var herhalde de tüm artizler gibi) 1996 ile 2011 arasında Harry’e çektirdiklerinden, telefonlarını dinlediklerinden, izlediklerinden ve hakkındaki bilgileri kötüye kullandıklarından dolayı özür de dilediler ki yıl 2025 olmasına rağmen hala bedava ne kadar üzgün olduğunu söylemek. Harry’nin ölen annesinden bile özür dilediler ve 8 rakamlı bir tazminat da ödedik dediler, yani £10 milyon ve üstü. Bir artiz daha az kötü bir artize tazminat verirse, bu doğru mudur, ahlak açısından nasıl değerlendirmeler getirebilir, tartışırsınız artık çekirdek çıtarken.

Özürler kapsamlı olsa da hakedenin cezasını çekmesi o kadar değil: çünkü mahkeme sonucunda Sun gazetesi kullandığı özel araştırmacaların ve gazetecilerin bu suçları işlediğini kabul etti, kendi yazar, editör ve yöneticilerine ceza felan yok. Meselenin mahkeme dışında parayla ve ucuz özürlerle çözülmesine sevinenler var yani: eski News İnternational yöneticisi ve zamanında bu nanelerin azlettiricisi şimdi Washington Post editör ve CEO’su Will Lewis, yine olayların başladığı 2011’lerde Sun yöneticisi şimdi News UK CEO’su ve Rupert Murdoch’ın yaverlerinden Rebecca Broooks mahkeme tarafından aklandı ama. Davaların bazıları yeniden açılabilir ki züper bişiy bu. Bazıları suları ısındı bile diyor. Watson 1300 kişi olarak meselenin peşindeyiz, polise dosyamız postada dedi.

Elton John’dan sokaktaki adama kadar herkes peşinde meselenin. Harry ise gıcır, 1891’den beri mahkemeye çıkan ilk kraliyet üyesi olarak zamanından Mirror gazetesinden bir keresinde 140, bir keresinde de 400 bin kaat almasının yanında burdan da biraz ekmek yedi. 2026’da da Mail grubuyla mahkemede çarpışacak aynı nedenden dolayı. Mirror’un suçlarını azlettiren de yine önceden işlediğimiz başka bir artiz Piers Morgan’dı. O da zamanında Harry’ı kutlamıştı ama kendisinin niye aynı suçu işlettirdiği sorusunu yanıtlamamıştı. Artiz potborisi dediğimde gayet ciddiydim yani.

Suda yayılan aynı merkezli dalgalar gibi bir artizlik dalgalanması bu. Olayın başlıca artizi News UK’ın artizliği ise, tanımlayalım, yalancılık, ispiyonculuk, müdahelecilik ve ahlaksızlık artizliği, istediğimizi yaparız, olduğumuzdan başka kendimizi gösterip kendimizi bile inandırırız artizliği. Yediler ama işte. Bu ve bununla ilişkilenen bu artizlikler yumağının genel artizlik bilimi açısından ifade ettiği de artizliğin kaçınılmaz sonuçlarına dairdi: bana kalırsa, ki kaldığı az olur, News UK’in bu duruma gelmesinin nedeni Harry’nin parası veya adli zekâ ve başarısı değildi; News UK’ın vakti zamanında olan prestijinin artık İngiltere ve diğer yerlerde yitmesi ve belki de piyasanın ve anaakım siyasi yaklaşımın bunun yerine başka medya odaklarını tercih etmesiydi. Yani artiz ne kadar çalım satarsa satsın, sahte davranışları para ederse etsin, bunun dahili ve harici koşullarının ortadan kalktığı durumlardaki akıbeti; kullananın kullanılan durumuna düşmesi –kullanmanın mesele olduğu sürece bunun kaçınılmazlığının. Artizliğin geçici durumların semptomu olması.

Sahici Şubatlar efendim.