13.8 C
Los Angeles
Perşembe, Nisan 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Erol Büyükkaraca Londra’da anıldı

Sınıfsız, sömürüsüz dünya ideali için uzun soluklu mücadelesiyle sadece Türkiye ve yaşadığı Almanya’da değil İngiltere’de de iz bırakan Erol Büyükkaraca için Londra’daki yoldaşları bir anma düzenledi.

Yakalandığı hastalık nedeniyle 21 Ocak günü Almanya’nın Frankfurt kentinde hayatını kaybeden Erol Büyükkaraca için 1 Şubat Cumartesi Londra’da düzenlenen anmaya Londra Toplum Merkezi ev sahipliği yaptı.

Londra’da yapılan anmaya katılan Büyükkarca’nın yoldaşları, Karaca’nın yaklaşık 50 yılık devrim ve sosyalizm mücadelesine tanıklıklarını ve devrimci özelliklerine dikkat çektiler. Büyükkaraca, zorunlu olarak yaşamak zorunda kaldığı Almanya’da yaşamaya başladıktan sonra, 12 Eylül 1980 Darbesi’ni yaşamış ve mağduru olmuş kuşağın yoğun olarak yaşadığı Londra’yı da sık sık ziyaret etmekteydi. Bu ziyaretlerinde Londra’da yapılan eylemi yürüyüş, gösteri, toplantı ve konferansları kaçırmazdı. O nedenle Büyükkaraca biraz da Londralıydı.

Saygı duruşunun ardından yoldaşları adına konuşan Aslı Gül, “Yoldaş olmanın güvenmek, açık olmak, kendinden önce karşısındakini anlamak ve düşünmek olduğunu öğrendiğimiz yoldaşlarımızdan biri oldun hep. Bizlerin sorunları senin sorunların oldu, mücadeleye daha ilerden katılalım diye dertlerimizi dert edindin, sorunlarımızı paylaştın, çözmek için uğraştın. … Katıldığımız ırkçılık karşıtı ve çevre eylemlerinde, etkinlik ve toplantılarımızda eksik ve olumlu yanları en ince detayına kadar gözlememen ve bizlerle paylaşman, buradan kendin dahil hepimize görev ve sorumluluk çıkarman, bu görev ve sorumlulukların planlanma ve pratikte uygulanmasındaki ısrarın, takibin bize kattıklarındı.” dedi.

Gençlik adına İngilizce yapılan konuşmada ‘’Erol Büyükkaraca, enternasyonalistti. Kıtalararası gençliğin karşı karşıya olduğu mücadelelerle bağlantı kurma ve duygudaşlık kurma yeteneğine sahipti. Onu hep derin şefkat duygusu, yumuşak gülümsesi, anında yoldaşlık hissi ve kalıcı bağlar kurması ile hatırlayacağız. Sana büyük bir üzüntüyle veda etmek zorundayız, ancak mirasını, yaşanılabilir bir dünya için verdiğimiz mücadelede yaşatacağız’’ denildi.

Çubukçu: Erol, Erdal Eren kuşağından bir devrimciydi.

Ardından bir konuşma yapan Yazar Aydın Çubukçu, “Arif ve mücadelemiz arasında, onun temsil ettiği değerler bakımından çok önemli bir bağlantı var. Devrimci mücadelenin iki önemli kırılma anı vardır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu tarihi açısından özetlersek birincisi Denizlerin idamıdır. Denizlerin idamından sonra örgütün yeniden toparlanması, yeni bir çizgiye oturtulması, özeleştiri yapıp, Marksizm, Leninizm’le daha derinden ilişkiler kurmaya çalışması büyük bir atılımdı. Fakat bunu politikayı, ideolojiyi ve taktikleri uygulayabilmek teoriyi ve politikayı inşa edenlerin dışında kadroların işi olmuştur. Stalin’de öyle demiştir ‘’politika bir kez inşa edildikten sonra belirleyici olan kadrolardır’’. Bu kadrolar 70’li yılların ortalarından itibaren son derece genç insanlardan ve Anadolu’nun içinden doğan kadrolar halini almıştır. Önceki kuşak daha çok kentlerin üniversitelerinden çıkan insanlardı. Hareketin işçiler ve köylüler ilişki kurmaya o ilk adımların atıldığı dönemler bu öğrenci önderle, epey deneyim edinmişlerdi. Ama 12 Mart darbesi ve Denizlerin idamıyla bu birikimi devrimci pratiğe ve Anadolu’nun bağrına sokma görevi akamete uğramıştı. Arif 60 doğumludur. 61 doğumlu bir başka yoldaşımız vardır, Erdal Eren. Burada onların kuşağı bir süredir 78’liler diye anılıyor. Ben bu terimi başından beri doğru bulmuyorum. Bence o kuşağı temsil eden en güçlü figür olarak, Erdal Eren’in adıyla anılmalıdır. Erol, Erdal Eren kuşağından bir devrimciydi. Bu kuşak çok önemli görevler yerine getirdi. Halkın Kurtuluşu Hareketi’ni ve Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ni yükselten o kuşaktır. Çok önemli örgütlenmelere imza attılar. Yalnızca gençlik örgütlenmesi olarak değil. İşçilerin ve köylülerin örgütlenmesinde, mahallelerin, gece konduların örgütlenmesinde çok önemli bir işlev üstlendi. Ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi’ne giden yolu önemli ölçüde bu kadrolar döşediler. Arif’in bu çalışmalar içindeki yeri çok önemlidir. Yalnızca öğrenci hareketi içinde değil, kısa bir süre öğrenci hareketi içinde. Ondan sonra büyük kentlerde fabrikalarda, işçi mahallelerinde, gece gündüz, delik ayakkabılarla, çamurlar içinde, yorgansız döşeklerde yatarak çalıştılar. Büyük özveriler gösterdiler. Pek çok şeyden vazgeçerek kendilerini halka ve devrime, sosyalizm davasına adadılar. Erol’un babasının hamal olduğunu biliyoruz. O da bir hamaldı. Devrimin en ağır yükünü bir gram eksiltmeden hedefine doğru taşımakta kararlı güçlü bir hamaldı. Sırtındaki yükün değerini biliyordu ve bütün gücüyle onu hedefe doğru götürmek için çalıştı. Erdal Eren kuşağının büyük özelliklerinden birisi mücadeleyi sonuna kadar götürmekte, tereddüt göstermemek ve canı pahasına ne olursa olsun davayı hedefine doğru götürmekti. Erdal Denizlerden aldığı, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam sehpası altında bıraktığı o yüce bayrağı daha da yükseğe taşımıştı. O bakımdan o kuşağın temsilcisi olarak anılmayı çoktan hak etmiştir. Onun kuşağından olan devrimciler, 60 doğumlular, 60 ya da o civarda doğanlar, 70’li yılların o büyük kavgasını sırtlamış olan kuşaktır. Canlarını verdiler, silah kullanmayı öğrendiler, gizli yayınları dağıtmayı öğrendiler, baskı makinelerini kurmak onları saklamak, birbirleriyle şifreli konuşmak, randevuları ayarlamak, polisten gizlenmek, gizli faaliyet yürütmek gibi çok önemli özellikleri mücadele içinde kazandılar. Bu kuşağın deney birikimi, 68 kuşağının deney birikiminden çok daha fazladır. Bunu bilince çıkartmak, teorisini yapmak yine eskilere düşmüştür ama bu birikimin bir partiye doğru yönelmesini sağlayan o çalışmalar içinde onların o görünmez emeğini her zaman yad etmek gerekir. 12 Eylül’den sonra ikinci büyük darbeyi yedi devrimci hareketimiz. Ağır bir yıkıma uğradı ama yine bu kuşağın fedakarlıkları sayesinde bugün Emek Partimizde dalgalanan kızıl bayrağı yaratmakta onların emeği ile mümkün oldu. 90’lı yıllarda şimdi partimizi yöneten genç kadroların yetişmesinde de Erdal Eren kuşağının büyük emekleri vardır. Onlar öğrettiler, onlar yönlendirdiler, tecrübelerini aktardılar. Ve bugün mücadelemiz yalnızca Türkiye’de değil uluslararası çapta da çok önemli bir yer tutmaya başlamışa bunda elbette bir bütün olarak Denizlerden bugüne kuşaktan kuşağa aktarılan o deney ve bilgi birikiminin rolü vardır.” dedi.

Yalçıner: Erol, Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini savuna gelmiştir

İngiltere’de yaşayan gazeteci-Yazar Mustafa Yalçıner ise şunları söyledi: “Devrimcinin kişisel özellikleri kuşkusuz önemlidir. Ama bu kişisel özellikleri var edenler bundan da önemlidir. Bu kadar bilge kişilik, kendini adanmışlık, sözünü doğru söyleme, iyi güzel söyleme, tüm bütün bunlar bir yerden kaynaklanır gelir. Bence Arif’in en önemli özelliklerinden birisi budur. Sınıf kini. Söylendi Arif babası hamal olan bir kardeşimizdi. Oradan süzüldü geldi. Kendisi hep bir sürü işlerde çalıştı. Profesyonel devrimci oluncaya günün 24 saatini devrime adayıncaya kadar işçi olarak çalıştı. Ama inşaatlarda ama dişçi atölyelerinde hep işçi olarak çalıştı. İşçilerin içinden geldi onları iyi tanıdı. Kendisi onlar gibi yaşadı. En çok da buradan sınıf kinine sahipti Arif. Çünkü sadece kitapları okuyarak buna sahip olunmaz. Önemlidir. Kitapsız olmaz. Ama sınıf kini, böyle kör bir kinden bahsetmiyorum, Gideceği yolu doğrultan, doğrultması için ona temel bir zemin oluşturan karşıtındakileri sınıf düşmanı olarak görüp onu alt etmeyi bunu koşullayan bir kinden bahsediyorum. Bilgiyle harmanlanmış bir kinden. Yoksa kinleniriz, öfkeleniriz. Lanet okuruz bu değil. Bizim nihai zaferimiz için dört tane koşul vardır. Birisi objektif koşullardır, nesnel koşullar. Marks bütün Avrupa çapında devrim bekledi. Ama öyle değildi. Olgunlaşmamıştı o koşullar. Henüz emperyalizm öncesiydi. Sonra değiştirdi. Ama objektif koşullar hep önemli olmayı sürdürdü. Bir ülkede devrim durumu olmadan devrim olmaz. Nihai zafere ulaşamazsınız. Üretici güçler ile üretim ilişkilerinin çelişmesi şarttır. Ama bir de aması var, tarihi yazanda insandır, insanlardır. Bizleriz. Böyle sadece Napolyonlar, Sultan Süleymanlar filan değil. İnsan. Ekonomi belirleyicidir doğru, nasıl besleniyorsak bunlar önemlidir ama bu zeminde tarihi gene insan yapar. Bunun için herhangi bir insan değil bilinçli ve örgütlü insan olmak şarttır. İşte size iki koşul daha bilinç ve örgüt. Arif’te ikisi de vardır. Bu saydığım üçü de yetmez. Bireyci olmayacaksınız. Bir kolektifin parçası olacaksınız. Arif onu da başarandır. Toplumsaldır. Neden? Mülkiyet az sayıda insanın elinde toplanmıştır. Ama hem emek hem de bütün ürünler, üretim toplumsallaşmıştır. Sizde toplumsallıktan nasibinizi almamışsanız, uzaksanız. Devrim ya da nihai zafer hayaldir. Arif işte onu da başaranlardandır. Arif’in bireyci herhangi bir davranışına tanık olmazsınız. Yanlışı olabilir. Ama Arif, bireyci değildir, bencil değildir. Buna hiçbiriniz hiçbir zaman tanık olmamışsınızdır. Bu çok temel bir vasıftır. Arif, ölesiye düzen karşıtıdır. Özel mülkiyet düzenin karşıtıdır. Sınıf kini zaten buradan da gelmiştir. Özel mülkiyete karşıdır. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini savuna gelmiştir. Han, hamam sahibi olmayı hep eleştirmiştir Arif. Sınıf kini için bu şarttır. Arif’in dikili tek bir ağacı olmamıştır. Kiralık bir evde otura gelmiştir. Bir de yoldaşları vardır. Ve yoldaşlarının toplumsal örgütlenmesi olan partisi vardır. Dördüncü koşul da budur. Bilinç, örgüt, ama bunların ete kemiğe büründürücüsü; programı ile taktikleri ile stratejisi ile, sürekli duruma uygun geliştirdiği taktiklerle Partisi. Bilinçle örgütü partisi yaşama uygular. Arif’te hep partili olmuştur. Partili yoldaşlarıyla el ele ne yapacaksa yapmaya çalışmıştır. Programda yazılı olanları uygulamaya çalışmıştır. Gerek Türkiye’de gerek uluslararası alanda. Arif’i sadece güzel sözler söyleyerek, sadece yolundan yürüyeceğiz diyerek anarsak, Arif’e yazık etmiş oluruz. Onun yolundan yürümeyi baştan sakatlamış oluruz. Ne yaptı nasıl yaptı? Özel mülkiyet karşısındaki tutumu neydi? Nasıl mücadele etmekteydi? Nasıl bir örgütlenme? Bu sorulara doğru yanıtlar vermemiz lazım. Bunları yaparak ancak biz Arif’e layık olabiliriz. Ve onun bıraktığı bayrağı daha yükseklere taşıyabiliriz. Şu dünyanın koşulları içinde hepimiz biliyoruz. Arif’in geldiği dönemin koşullarından farklı, 68’den de farklı, 12 Eylül öncesinden de farklı. Şimdi liberalizm kol geziyor. Kapitalizm almış başını yürümüş. Neo-Liberaller de onunla yetinmiyor şimdi. Aha Trump Grönland’ı istiyor olmazsa silahla alırım diyor. Ortadoğu’yu yeniden dizayn ediyorlar. Hiç kimseye de Ortadoğululara da sormuyorlar. Ya uzlaşırsınız ya bu düzenin koşullarını benimser boyun eğersiniz ya da düzenin dışından bunu yıkmaya çalışırsınız. Düzenin ilişkilerinden yararlanmazsınız demiyorum. Ay’da yapmayacağız devrimi. Nihai kurtuluş bu düzenin içinden mayalanacak ama biz düzenin dışında olmak zorundayız. Arif 24 saatini bu dava uğruna verdi. Düzen dışından yaklaştı onu yıkmanın başka yolu yoktu. Onu oradan yıkmaya çalıştı. Bütün sayılan iyi özelliklerin kaynağı da bunlardı. Demiyorum ki herkes Arif gibi profesyonel devrimci olacak 24 saatini devrim için verecek. Bir de işçiler vardır, çalışma zamanı dışında kalan zamanının hobi olarak değil, ya iki tane de gazete satayım diye değil, başka kurtuluş yolu olmadığını hem kendi için hem ait olduğu emek ve işçi sınıfı için, başka yolu olmadığını bilerek ilerlemektir. Arif böylelerindendir. Önün de ben saygıyla eğiliyorum.”

Büyükkaraca, tüm Avrupa çapında gelen yoldaşlarının katıldığı bir törenle 25 Ocak’ta Frankfurt’tan doğduğu topraklara gönderildi ve 26 Ocak Pazar günü İstanbul’da düzenlenen kitlesel bir yürüyüş ve törenin ardından Zincirli Kuyu Mezarlığı’nda ebediyete uğurlandı.

 

Geleceği değiştirebileceğimizi hatırlatan bir gün. 8 Mart

Day-Mer Kadın Komisyonu

Günümüzde halen dünyanın dört bir yanındaki kadınlar ve kız çocukları siyasal, ekonomik, sosyal ve fiziksel şiddetin çeşitli biçimlerine maruz kalıyor. Savaşın, şiddetin, sömürünün, ayrımcılığın ve eşitsizliğin en ağır sonuçlarını biz kadınlar yaşıyoruz. Tacize, tecavüze uğruyor; köle gibi alınıp satılıyor, yoksullukla boğuşuyor, erken yaşta zorla evlendiriliyor, işyerlerinde ayrımcılık ve eşitsizliğe maruz kalıyoruz. Emeğimiz ucuzlaştırılıp değersizleştiriliyor.

Göçmen kadınların yaşadığı sorunlar yerli emekçi kadınlardan ayrı ve farklı değil. Ama daha fazla. Çünkü, ayrımcılık ve artan kurumsal ırkçılık, ağırlıklı olarak güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışma, uzun çalışma saatleri ve artan pahalılık nedeniyle yoksullaşma da yine göçmen kadınları daha fazla etkiliyor.

Bütün bu sorunlar karşısında yan yana gelmeye, bir çözüm için arayış içinde olmaya ve arayışı somut bir dayanak olarak görmeye, onun bir parçası olmaya ihtiyaç duyan kadınların sayısının arttığını görüyoruz. Son yıllarda 8 Martlarda daha fazla kadın her alanda eşitlik, eşit işe eşit ücret için, yoksullaştırma politikalarına karşı insanca yaşam için, cinsel şiddete karşı, kendi kararını özgürce vermek için sokaklara çıkıyor, talepleri için kimlerle birleşebileceği ve ne yapabileceğinin arayışına giriyor. İşte umut burada.

“Şiddete Karşı Yaşamı, Savaşa Karşı Barışı Sömürüye Karşı Mücadeleyi Savunuyoruz” sloganıyla bir araya geldiğimiz bugün biz kadınlar, özgürlük ve eşitlik sloganlarımızın yanında bugün “emperyalist savaşlara da hayır” diyerek taleplerimizi olduğumuz her alanda haykırıyoruz.

Biz kadınlar, haklarımız ve taleplerimiz için birlikte mücadele ettiğimizde güçlendiğimizi, birliğimizin gücümüz olduğunu hatırlatan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde bir aradayız. Sadece burada değil dünyanın her yerinde biz kadınlar taleplerimizi ortaklaştırıp yükseltmenin yol ve yöntemlerini arayıp çoğaltıyor, şiddetten uzak, eşit ve sömürüsüz bir hayat tahayyülünün gerçekleşmesi için örgütleniyor, örgütlüyor, yan yana geliyor, hesap soruyoruz. Sen de bu çağrıya kulak ver ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle birlikte örgütlenelim ve örgütleyelim. İşyerinde, mahallede, okulda, birlik olup, birlikte kazanalım!

Kadınların temel dertlerini gündem eden, yoksullukla şiddet, işyeriyle ev, evle işyeri arasında bağ kurabilen, sözünü yalnızca meydanlarda değil, mahallelerde kurabilen bir örgütlenme ağı ve kadınların kendilerini içinde hissedebilecekleri bir mücadele ekseniyle örgütlenerek çalışmalarımıza devam edeceğiz. Bu sebeple de Day-Mer Kadın Komisyonu olarak 8 Mart’a giderken semtlerimizde, işyerlerimizde, derneklerimizde ve evlerimizde kadınlarla bir araya gelmeye çalışacağız. 8 Mart’ta sokaklarda ve etkinliklerimiz de buluşalım bir araya gelelim ve tek bir hakkımızdan, özgürlükten, eşitlikten vazgeçmeyeceğimizi haykıralım!

8 Mart Birlik, umut ve dayanışmayla hepimize kutlu olsun.”

Selam olsun 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe ve bu gün İçin mücadele edenlere ….

Yaşasın mücadele

Yaşasın kadınların birliği ve dayanışması

Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

 

Plan B ve Defend Our Juries’den Tim Crossland ile Röportaj

Son zamanlarda protestolara yönelik baskılar ve barışçıl eylemcilere verilen rekor uzunluktaki cezalar artmış gibi görünüyor. Cezaların hiç olmadığı kadar ağır olduğunu söyleyebilir misiniz?

Evet, bildiğimiz kadarıyla bu kesinlikle doğru. Araştırmalara göre, sözde uluslararası insan hakları şampiyonu olan İngiltere, barışçıl eylemcilerin baskı altına alınmasında dünya lideri haline geldi. Bu çarpıcı bir dönüşüm. Korkutucu olan ise bu konuya yeterince ilgi gösterilmemesi.

Görünüşe göre mahkemeler kuralları nasıl uygulayacakları konusunda giderek daha yaratıcı oluyorlar. Örneğin, “rıza savunmasının” Temyiz Mahkemesi tarafından nasıl kaldırıldığını duyduk. Bunun ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz?

Hukuki olmayan terimlerle: çok sıcak bir gün ve içinde köpek ya da çocuk olan bir araba görüyorsunuz ve tüm camlar kapalı. Bu gerçekten tehlikeli ve çocuğun/köpeğin acı çektiğini, zorlandığını görebiliyorsunuz.

Camı kırıyorsunuz. Camı kırmak için sahibinin rızası elinizde yok. Ama ne olduğunu bilselerdi, rıza göstereceklerinden eminsiniz. Ve bu durumda, hakkınızda dava açılmayacaktır.

Bu savunma, iklim değişikliği protestosu davalarında birçok kişi tarafından mahkemede başarıyla kullanılmıştır. Şaşırtıcı olabilir ama jüriler bu savunmayı duyduklarında pek çok sanığı beraat ettirmiştir. Çünkü bu güçlü bir gerekçedir ve iklim hareketinin altında yatan bazı ilkelerle bağlantılıdır.

Şirketler bu suçsuz kararlarından çok utandılar. Yani, HSBC iseniz ve bir grup kadın camlarınızı kırmışsa ve jüri “Evet anladık. Mantıklı,” derse bu onlar için gerçekten utanç verici.

Bu nedenle İsrail hükümeti, İsrail’e silah tedarik eden Elbit Systems ve petrol endüstrisi lobicileri de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan hükümete bu savunmayı kaldırması için baskı yapıldı çünkü jüriler hoşlarına gitmeyen kararlara varıyorlardı.

Hakaret yasalarının alışılmış olmayan kullanımı var. Yargı sisteminde bir manipülasyon olduğu hissine neden oluyor, sizce de öyle değil mi?

Evet. Eğer mahkemeye hakaret, işleri yoluna koymak ve istediğiniz kararı almak için yargı sürecine müdahale etmeye çalışmak anlamına geliyorsa, burada mahkemeye hakareti kimin yaptığı oldukça açık.

Jüriye her şeyi dürüstçe açıklamak isteyen insanlar bunu yapmıyor. Jürinin kanıtları dinlemesini engellemeye çalışanların işi. Ve bu sistematik olarak gerçekleşiyor. Bu, yasal sürece siyasi müdahaledir.

Dolayısıyla bu manipülasyonun bir sonucu olarak çok daha fazla suçlu kararı çıktı.

İşçi Partisi’nin, önceki Muhafazakâr hükümet tarafından protesto hakkına getirilen yasal saldırılardan herhangi birini tersine çevireceğini düşünüyor musunuz?

Şu anda bunu yapacakları net değil. İçişleri Bakanı Yvette Cooper, kendisinden önceki Suella Braverman’ın izinden gidiyor. Yani eğer bu bir gösterge ise, hayır, herhangi bir yürürlükten kaldırma beklemiyoruz, sadece selefleriyle aynı yaklaşımı uyguluyorlar.

Bu endişe verici eğilim devam ederse, 10 yıl içinde Britanya’da protesto hakkı nasıl görünebilir?

Bunun ne kadar süreceğini merak ediyorum. Karşı karşıya olduğumuz baskının boyutu, zayıf olduğunu bilen bir zorbanın eylemidir. Bu zorba, şiddetinin en güçlü araçlarından biri olan hapishane sisteminin çöktüğünü ve mahkeme sisteminin krizde olduğunu biliyor.

Sokaklarda protesto gösterisi yapan binlerce insan varken, sistemin tüm bu insanları tutuklamak, yargılamak ve hapse atmakla başa çıkamayacağı bir tür pratik gerçekliktir. Bunu yapamaz.

Bu yüzden devam edemeyeceği bir noktaya geleceğiz. İsteseler bile sürdürülebilir değil.

 

Walthamstow’da Bir Hayalet: William Morris’in İzinde

Çınar Altun

Londra’nın kuzeydoğusundaki Walthamstow’da, Lloyd Park’ın içinde saklı bir hazine sizi bekliyor: William Morris Galerisi. 1740’larda inşa edilen bu zarif Georgia dönemi evi, yalnızca William Morris’in çocukluğuna tanıklık etmiş bir mekan değil, aynı zamanda onun eserlerini ve düşüncelerini kutlayan dünyanın en büyük koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor.

Morris ailesinin 1848-1856 yılları arasında yaşadığı bu bina, 2012’de kapsamlı bir yenileme çalışmasıyla çağdaş bir müze olarak yeniden hayat buldu.

Morris’in tasarım dünyasına adım atmak isteyenler için galeri, göz alıcı tekstiller, duvar kağıtları ve mobilyalarla dolu bir sergi sunuyor. Ama bu koleksiyon sadece estetik bir şölen değil. Morris’in eserlerindeki İslam sanatının izlerini görmek mümkün: kademeli dalgalanmalar, Pers flora ve faunası, Türk mimarisinden detaylar, İznik çinilerinin ve Bursa tekstillerinin ince işçiliği… Tüm bunlar, sanatçının yalnızca bir zanaatkâr değil, aynı zamanda kültürel etkileşimlerden ilham alan bir vizyoner olduğunu gözler önüne seriyor.

Sanattan Siyasete: Morris’in Sosyalist Yolculuğu

William Morris sadece bir tasarımcı ve sanatçı değildi; o, toplumu dönüştürme hayaliyle yanıp tutuşan bir sosyalist liderdi. Kapitalizmin ve endüstriyel toplumun yarattığı eşitsizliklerden hayal kırıklığına uğrayarak, 1880’lerde sosyalist idealleri benimsedi ve 1884’te Sosyalist Birliği’ni kurdu. Bu örgüt, işçi haklarını savunan, sınıfsız bir toplum hayalini paylaşan bireyleri bir araya getiren bir platform haline geldi. Morris, yazıları, konuşmaları ve örgütleme becerileriyle bu hareketin sesi oldu.

Ayrıca, Rusya-Türkiye savaşı üzerine “haksız savaş” olarak nitelendirdiği bir mektubu işçilere hitaben yazdı.

Eleanor Marx, Annie Besant ve diğer sosyalistlerle birlikte sosyalist grup kurdu.

Onun kaleminden çıkan “Hiçbir Yerden Haberler” adlı ütopik roman, bir sosyalist toplum vizyonunu detaylarıyla anlatır: sanatın ve zanaatın günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu, insanların doğayla uyum içinde yaşadığı bir dünya. Bu idealizmi yalnızca yazılarında değil, sosyal adalet ve dayanışma konusundaki güçlü sözlerinde de hissedersiniz:

“Dayanışma yaşamdır ve dayanışmanın eksikliği ölümdür.”

“Gerçek mutluluğun sırrı, günlük yaşamın tüm detaylarına gerçek bir ilgi duymakta yatar.”

“Sanatı birkaçı için istemediğim gibi, eğitimi de birkaçı için ya da özgürlüğü de birkaçı için istemiyorum.”

Walthamstow’da Bir Yolculuk

William Morris Galerisi, yalnızca bir müze değil; aynı zamanda ilham verici bir deneyim. İngiltere’nin en büyük tasarımcılarından birinin sanatsal, kültürel ve politik mirasını keşfetmek için harika bir fırsat sunuyor. Onun İslam sanatına olan hayranlığını ve sosyalist bir toplum yaratma konusundaki kararlılığını öğrenmek, hem tarihle hem de çağdaş sorunlarla bağlantı kurmamızı sağlıyor.

William Morris Galerisi ücretsizdir, bu nedenle ziyaret etmek için harika bir fırsat sunar.

Walthamstow’u ziyaret ederken, bu büyüleyici galeriyi listenize ekleyin. William Morris’in dünyasını yakından tanıyın ve bu zamansız fikirlerin hala nasıl ilham verdiğini keşfedin. Sanat, tasarım ve sosyal adaletle iç içe geçmiş bu yolculuk sizi bekliyor.

 

Trump ve İran…

Gelir gelmez, daha ayağının tozuyla, aynı gün birçok kararname imzaladı. Kanun hükmünde kararnameleri sadece Erdoğan imzalayacak değil ya!

Türkiye’nin liberalleri Erdoğan’ın her kararı tek başına almasını, liyakate boş vermesi, aklına eseni, doğrusu iktidarını sürdürmek için ne gerekiyorsa yapması, örneğin imam-hatipleri bakanlıkların genel müdürlüklerine ataması, hukuk mukuk dinlememesi, Meclis’i by-pass ederek ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yönetmesini suçlayarak, tümüne zemin oluşturan “tek adam yönetimi”ni “ucube sistem” olarak eleştirir. Bunda yanlışlık yoktur. Ancak Erdoğan’a “demokratik ülkeleri” örnek gösterir ve yaptıklarının demokrasiye sığmadığını ileri sürerler. Trump’a örneğin laf söyledikleri yoktur. Hatta Amerikan başkanlık sistemi ya da Fransız yarı-başkanlık sistemi iyi, ama bizimki hiçbirine benzemiyor derler.

Alın Trump’ı, Erdoğan’dan farkı aklına eseni yapmaması değildir. Aynı topun kumaşıdırlar. Sadece Temsilciler Meclisi denen ABD Kongresi ve Senato sonunda Trump’ın ya da önceki başkanların kararnameleriyle atadıklarını vb. onaylar. Bizde KHK’ların kapsamı daha fazla geniştir, ancak Türkiye’de de birçok alan Meclis’in çıkaracağı yasalara göre işler ve KHK’ları Meclis denetimine sokma olanağı yok değildir. Ancak gelin görün ki, Meclis’te de AKP-MHP çoğunluğu vardır. Trump’ın şansı, şimdi ABD’de de Cumhuriyetçi Meclis çoğunluğu olmasıdır ve böylece Trump’la Erdoğan ve sistemleri aşağı yukarı eşitlenmiştir.

Neredeyse tam bir polis devletine dönüşmüş bulunan Almanya pek de farklı değildir. Meclis’i by-pass ederek emeklilik yaşını kararnameyle yükselten, Meclis çoğunluğuna rağmen kendi partisinden güven oyu almayan gericileri başbakan atayan Macron’un başkanlığındaki Fransa da öyle. İngiltere’yi ise konuşmaya gerek yok, sözde “solcu” Labour Party’nin Starmer’la ülkeyi nasıl yönettiğine hepimiz tanığız.

Demokrasiler hızla son sınırına doğru daralmakta ve burjuva gericiliğin çıplak egemenliği, “demokrasi” denen şeyin altını kazımaya bile gerek kalmadan görünür olmaktadır.

NAZİ selamı çakan Musk ve Bezos gibilerinin tam desteğine sahip Trump’ın artısı dünyanın en güçlü emperyalist ülkesinin başkanı seçilmiş oluşu, büyük servetiyle güçlü Amerikan oligarklarından biri olan bu adamın ülkeyi tam bir kapitalist patron yöntemleriyle yönetmesidir.

En son 30 bin kaçak göçmeni Küba’daki Amerikan Guantanamo üssünde barındıracağını açıkladı. Tekelci gerici bir aşırılık tabii. Ama benzerini ondan önce Ruanda’yla İngiltere yapmıştı.

AB ülkeleriyle Kanada ve Meksika da dahil olmak üzere Çin’e yeni gümrük tarifelerini Şubat ortalarında yürürlüğe koyacağını duyurmasının sözünü etmek bile gerekmiyor. Önceden açıklamıştı. İlginci, Amerikan tekellerini korumaya yönelik getirilecek ithalat vergisinin diğerlerine göre Çin’e daha düşük (%10) olmasının öngörülmesi.

Daha ilginç önlemleri de var Trump’ın. Örnekleri, Panama Kanalıyla Grönland’ın ABD topraklarına katılması. “Grönland’ı satın alayım” diyen Trump “yoksa”yı ekleyip silahın ucunu gösteriyor. ABD tarafından inşa edilip Panama’ya devredilen Panama Kanalı’nın ise koşulsuz geri verilmesini istiyor. Grönland’da çiplerle dayanıklı piller türünden yüksek teknoloji ürünleri için gerekli hammaddeler bol miktarda bulunuyor. Panama Kanalı’nın devri talebini ise Trumpçılar kanalın Çinli şirket tarafından işletilmesine dayandırıyor. Açık emperyalist yayılmacılık ya da talancılık şüphesiz. Net bir emperyalist tahakküm, el koyuculuk ve saldırganlık, ancak güçlü olanın borusunun öttüğü, her sorunun “güce göre” çözümlendiği emperyalist sistemde birer aykırılık oluşturmuyorlar.

Başta ABD olmak üzere, Japonya ve Avustralya’nın da katılımıyla batılı emperyalistler Ukrayna’ya AB ve NATO’ya girmeme türünden dayatmalarda bulunduğu ve sonunda silaha başvurduğu için Rusya’yı suçluyor, yaptırım uyguluyor ve Rusya ile savaşıyorlar; ancak benzerini, üstelik silaha başvurma tehdidiyle Trump yaptığında sesleri çıkmıyor. Buna “çifte standart” deniyor. Gösterdiğiyse, “demokratik” denen ülkeleriyle emperyalist barbarlığın “ilkeleri”nin ilkelliği!

Aynı Trump ama İran’a karşı daha “barışçıl” görünüyor.

İran Kontrgerillası Kudüs Gücü ve Devrim Muhafızlarıyla silahla açık destek verdiği Suriye’de yenilip kendi kabuğuna doğru geri çekilen İran başında Amerikan emperyalizmi bulunan emperyalistlerin insafına kalmış görüntüsü veriyor. “Kendim ettim, kendim buldum” darbı meselini kanıtlarcasına arkasını Rusya’yla Çin’e yaslayarak boy ölçüşmeye kalkıştığı İsrail gibi bölge güçleriyle karşısında anti-Amerikancılık yaptığı ABD’nin karşı saldırılarına dayanamayıp gerileyen İran’ı zor günlerin beklediğini yazmıştık. Ortadoğu’da “Şii Hilali”nin güçleri olan Hamas’la Lübnan Hizbullah’ı ve Esad’ın desteğinden yoksun kalan İran, ülkesi dışında saldırı durumundayken, şimdi çekildiği sınırları içinde kendisini savunma derdinde.

İran’ın, başta ABD olmak üzere, Türkiye ve Suudiler gibi “taşeronları”nı da kışkırtarak emperyalistlerin kaşıyacakları sorunları var. İran Azerileri üzerinde CIA ve Pentagon uzun süredir çalışıyor, şimdi çalışmalarını hızlandıracaklardır. Sünni Arapların yaşadıkları Basra Körfezi etrafına yayılmış petrol ve gaz çıkarma ve nakliyatı dolayısıyla stratejik açıdan da önemli Huzistan bölgesi bir başka sorunu. Üstelik ABD’nin destek vermeye “ikna edebileceği” Barzani ve SDG’nin olası rol üstlenmeleriyle PJAK’ın örgütlü olduğu Kürdistan bölgesinin daha da büyük bir soruna kaynaklık etmesi şaşırtıcı olmayacak. Suudilerle Türkiye’nin bölgesel rakipleri olan İran’a karşı kuşatmaya katılmaları ise İran’ı bezdirici olmaya adaydır.

Trump, şimdilik İran’ın uçak ve güdümlü füzelerle hemen bombalanmasına sıcak bakmıyor. Bununla kalmayıp eski Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton türü beklenmemesi savunan savaş yanlısı yetkilileri görevlerinden aldı ya da başka görevlere atayarak kızağa çekti. “Gereksiz savaş istemiyorum” diyen Trump, Suriye’de olduğu gibi, “kestaneleri ateşten başkalarına aldırma” politikası izler görüntü veriyor ki, bu en ucuz yayılma yöntemi. İran üzerine yürüme yanlısı İsrail’i durduruyor. Bir araya getirip seferber etmeye çalıştığı diğer müttefiklerini İran’ın kuşatılmasına katılmaya yöneltip başta nükleer programı olmak üzere, İran’ı geriye doğru attığı adımlarını sürdürmeye mecbur etme taktiğini savunuyor.

İran, Uranyumun zenginleştirilmesini %60 ulaştırdı, ancak nükleer silah yapımında kullanılabilecek Uranyumun %90 kalitesinde olması gerekirken frene bastı. ABD şimdi İran’ın yeraltına taşıyıp nükleer enerji için zenginleştirme yaptığını iddia ettiği nükleer tesislerini uluslararası denetime açmasını ve bu kez İran’ın diz çökmeye zorlanacağı 5+1 görüşmelerinin yeniden başlatılmasını talep ediyor. Desteği ciddi biçimde azalan ve Rusya ile yakında imzaladığı savunma iş birliği anlaşması olası askeri saldırılara birlikte karşı durmayı içermeyen İran’ın bu baskıya direnebilmesi zor görünüyor. Zamana yaymaya çalışarak güç toplamak ve Rusya ile Çin’in güçlenip ABD’ye kafa tutar hale gelmelerini umarak o güne kadar dayanmaktan başka çaresi yok denebilir.

 

İngiltere’deki Ekonomik Durum İşçi Partisini Zorluyor

Lindsey GERMAN
Counterfire

Yeni bir hafta, yeni bir kriz. Maliye Bakanı Rachel Reeves ve Başbakan Keir Starmer’dan oluşan korkunç ikili bu kez Britanya’nın uluslararası piyasada devlet tahvili satışlarında özellikle kötü bir performans sergilemesi nedeniyle bir ekonomik fırtınayla karşı karşıya. Bu da devlet borçlanmasının maliyetini arttırıyor. Yani Reeves şimdi harcamaları finanse etmek için daha fazla borçlanmak ya da kamu hizmetlerinde acımasız kesintiler yapmakla karşı karşıya. Devlet borçlanmasına getirilen sınırların ‘Müzakere edilemez’ olduğunu zaten açıkça belirtmişti, bu da kesintilere yöneleceği anlamına geliyor.

Telegraph’a göre tercihi birçoğunun fiziksel ve zihinsel sağlık sorunları da olan engellilere yönelik ödemelere daha fazla saldırmak ve onları çalışmak zorunda olmamaları gerektiği halde çalışmaya zorlamak olacak. Bu son ‘zor seçim’, İşçi Partisinin tasarruflarının neredeyse her zaman işçi sınıfından insanların zararına olduğunun altını çiziyor.

Krize karşı tepkisi, ekonominin büyüyeceğini ve bu gerçekleştiğinde hepimizin daha iyi durumda olacağını tekrarlamaktan ibaret. Ancak bunların hiçbiri mantıklı değil. Stagflasyondan -durgun bir ekonomi ama yükselen enflasyon- çokça söz ediliyor ve politikaları her kesimden yaygın bir muhalefete yol açtı. İşverenler, büyük şirketlerin artan fiyatlarla yansıtmaya çalışacakları artan ulusal sigorta ödemeleri konusunda çığlık atıyor. Çiftçiler miras vergisine karşı muhafazakar bir hareket oluşturuyor ve bu da aşırı sağı güçlendirecek. İşçi sınıfının gelirleri saldırı altında ve kamu hizmetleri yerlerde sürünüyor.

Rachel Reeves sık sık sırf İşçi Partisi hükümeti var diye ekonominin büyüyeceği izlenimini veriyor. Bu hafta kesinlikle bu aptallığın sonunu görmeliyiz, ancak o ya da Starmer’ın neler olup bittiğini anladığına ya da bununla başa çıkabileceklerine dair hiçbir işaret yok.

Belli ki bu şekilde olmasını beklemiyorlardı. Starmer, solu İşçi Partisindeki herhangi bir etkin rolden tasfiye etmeyi başardı. Göç, ordu ve dış politika konularında sağcı değerleri kabul etmesinin kendisini sağdan koruyacağını varsaydı ve seçim sırasında Reform UK’ye açıkça saldırmayı reddetti çünkü bunun esas olarak Muhafazakâr Partiye zarar vereceğini düşünüyordu.

Ancak şimdi Trump, geçtiğimiz haftalarda İngiliz siyasetine doğrudan müdahalelerde bulunan ve gözünü Starmer’a dikmiş olan Elon Musk’ın yakın danışmanlığında Beyaz Saray’a doğru ilerliyor. Trump’a dalkavukluk yapmaları ya da David Lammy gibi bir soytarının sadık açıklamaları onları aşırı sağcı saldırılardan koruyamayacak ya da İngiltere’nin ABD ile önemli bir ‘özel ilişkisi’ olduğu kurgusunu sürdürmelerine izin vermeyecektir.

Hayatım boyunca, ekonomik ve siyasi fırtınayla başa çıkma konusunda daha az becerikli en fazla birkaç İngiliz hükümeti gördüm. Oligarkların siyasete doğrudan müdahale ettikleri ve her yerde aşırı sağı güçlendirdikleri düşünüldüğünde bu durum özellikle tehlikelidir. Burada, Britanya’da Musk’ın ana saldırı hattı, İslamofobi seviyelerini körükleyen sözde Asyalı ‘damat çeteleri’ hakkında olmuştur. Trump ve Musk, Alman AfD’den (Nazilerin güçlü yankıları ve yeniden göçten bahseden) İtalya’nın faşist Başbakanı Georgia Meloni’ye kadar Avrupa’nın dört bir yanında aşırı sağı destekliyor.

Solun önündeki zorluk hem ırkçılıklarına karşı çıkarak hem de çürüyen neoliberal sermayenin önceliklerine meydan okuyarak faşistleri ve aşırı sağı yenmektir. Bu, bize bedel ödetmeye çalışan yeni İşçi Partisi kemer sıkma politikalarına karşı büyük bir mücadele anlamına gelmektedir.

Çeviren: Çınar Altun

 

Avrupa Trump’a karşı durabilecek mi?

0

Yücel Özdemir (Evrensel Gazetesi)

Donald Trump’ın pazartesi günü ABD’de başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana Avrupa başkentlerindeki en önemli tartışma önümüzdeki dört yıl boyunca transatlantik ilişkilerin nasıl şekilleneceği yönünde. Gerçi bu soruya yanıtı her ülke aynı düzeyde aramıyor. Örneğin aşırı sağcıların iktidarda olduğu Macaristan ve İtalya’da endişe ve çekinceden çok alkış ve övgü var. ABD’de esen aşırı sağ rüzgarı arkalarına alarak hem güçlerine güç katmak hem de Brüksel’deki politikaları etkilemek istiyorlar.

Macaristan Başbakanı Viktor Orban, X üzerinden yayımladığı Trump’ı tebrik mesajında AB’de “yurtsever” bir devrim başlatacağını ve “Brüksel’i işgal edeceğini” duyurmuştu. İtalya Başbakanı Meloni devir-teslim törenine Avrupa’dan katılan tek başbakandı.

Trump ve Danışmanı Elon Musk’ın verdiği destek sayesinde önümüzdeki süreçte Avrupa genelinde aşırı sağ, faşist, ırkçı partiler bugünkünden daha fazla bir güce erişebilirler. Bu da doğrudan AB’nin öncekine göre daha zayıf bir birliğe dönüşmesine yol açabilir. Bunu sırf ideolojik nedenlerden değil, ABD’nin çıkarlarına bağlı olarak yapıyorlar. Zira, iktidarda kimin iktidarda olduğundan bağımsız parçalı, zayıf bir AB, ABD dış politikasının temel stratejisi. Kendi içinde ekonomik, askeri ve siyasi açıdan uyumlu olan bir AB’nin ABD’nin karşısına dikilebilecek güçlü bir rakibi olacağından hareket ediliyor. Bu nedenle ABD, hep kurumsal olarak AB yerine tek tek ülkeleri muhatap olmaya öncelik verdi. Öyle görünüyor ki; milliyetçi temelde “Amerika First” (önce Amerika) diyen Trump, dört yıl boyunca AB içindeki uyumsuzluğu kışkırtacak hamleler yapacak.

“Motor” durumundaki Almanya ve Fransa ile AB’nin yöneticileri de bunun farkında. Bu nedenle Trump göreve başladığında hep transatlantik ilişkilerin önemine, AB’nin 400 milyonluk nüfusuna, pazarına ve toplam ekonomik gücüne işaret ettiler. Trump’tan da bu gücü dikkate almasını istediler.

Trump’ın göreve başlamasından iki gün sonra Paris’e kısa bir ziyaret yaparak Emmanuel Macron ile bir görüşme yapan Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un gündeminde asıl olarak Trump vardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Fransa arasında tarih boyunca süren savaşlara son verme ve çıkar birliğini sağlamak üzere 1963’de imzalanan Elize Anlaşması’nın 62. yıl dönümü vesilesiyle bir araya gelen Scholz ve Macron, “Birleşik, güçlü ve egemen bir Avrupa” mesajları verdiler.

Trump’ın gündeme getirdiği gümrük vergilerinden başlayarak bir dizi yaptırıma ancak birlikte durarak yanıt verebileceklerine inanan iki ülkenin buna gücünün yetip yetmeyeceği ise tartışmalı. Çünkü, her iki ülkenin ABD’yle ayrı çıkar birlikleri, bağımlılıkları ve çatışmaları var. Bu nedenle her konuda aynı kararlı duruşu göstermeleri pek mümkün görünmüyor.

Buna bir de Paris’te Avrupa’ya liderlik etme mesajları veren her iki liderin birer “topal ördek” olmaları eklenince durum daha karmaşık bir hal alıyor. Scholz, 23 Şubat’tan sonra başbakanlığa veda edecek. Macron ise mecliste çoğunluğu kaybetmiş, arkasında halk desteği olmayan bir lider.

Ancak buna rağmen Alman ve Fransız sermayesi ABD’ye karşı birlikte hareket etmek zorunda olduğunun farkında. Bu nedenle siyasetçilerin durumundan bağımsız bir süreç devam edecek. Trump’ın rüzgarını arkasına alan her iki ülkenin aşırı sağcılarının iktidara gelmesi, güç kazanması durumunda ise tabloda kısmi bir değişiklik olabilir. Bunun farkında olan Trump-Musk ikilisi AB’yi istikrarsızlaştırarak güçten düşürme planı çerçevesinde her iki ülkede de aşırı sağa açıktan destek veriyor.

Almanya’nın izleyeceği politika açısından 23 Şubat’taki erken seçimlerden çıkacak tablo önemli. Başbakanlık koltuğuna oturması beklenen Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Genel Başkanı Friedrich Merz de Scholz’a paralel mesajlar veriyor. Göç, mülteciler, neoliberal politikaları bakımından Trump’tan çok da farkı olmayan Merz, uzun yıllar ABD’nin en önemli yatırım tekellerinden biri olan Blackrock’ta denetleme kurulu üyeliği yapmıştı.

Avrupa basınında genellikle “öngörülemez” diye tanımlanan Trump, Merz için tamamen “öngörülebilir” biri. Bunu bir gazeteye verdiği demeçte “Ne diyorsa onu yapıyor” şeklinde açıklamıştı. Bu nedenle Merz’in Trump ile anlaşması, uyumlu çalışması mümkün. Aynı Merz, Davos’taki Dünya Ekonomi Forumunda katıldığı bir toplantıda faşistliğiyle bilinen İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ile de ilişkileri derinleştireceğini söyledi.

Bu da aşırı sağa, ırkçılara sınır koymayacağını gösteriyor. Ancak bu siyasi yaklaşım, Merz’in Alman sermayesinin çıkarlarını bir yana bırakarak Trump çizgisine teslim olacağı anlamına da gelmiyor. Tersine atacağı her adımda Alman sermayesinin emperyalist paylaşım mücadelesindeki çıkarlarını önceleyecek.

Özetle Avrupa’yı zor bir dört yıl bekliyor. ABD’nin dünya üzerindeki çıkarlarını pervasız bir şekilde hayata geçirmeye kararlı görünen Trump, müttefiklerine daha tepeden bakan, kendi çıkarlarını esas alan bir yaklaşım içerisinde olacak. Avrupalı aşırı sağcıları koltuğunun altına alarak Avrupa’ya yönelik izleyeceği sert politikalar, aynı zamanda Trump karşıtlığı üzerinden yeni bir antiemperyalist dalganın koşullarını da yaratıyor.

 

ABD’nin casusu uçakları İngiltere’den kontrol ediliyor

ABD’ye ait Global Hawk insansız hava araçlarının Birleşik Krallık topraklarında uçurulması, Nükleer Silahsızlanma (CND) ve Drone Savaşları (Drone Wars) kampanyaları tarafından ortaklaşa düzenlenen bir gösteri ile protesto edildi. Protesto 25 Ocak Cumartesi günü RAF (Kraliyet Hava Gücü) Fairford üssünün ana kapılarının önünde gerçekleştirildi.

Protesto, dünya barışını güç kullanarak sağlayacağını iddia eden Trump’ın göreve başladığı haftada gerçekleşti.

RAF Fairford, ABD askeri personelini barındırmakta ve 501. Muharebe Destek Kanadı (Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri’nin idari destek kanadı) ile 420. Hava Üs Filosu’nun karargahına ev sahipliği yapmaktadır. CND’ye göre ABD, RQ-4 Global Hawk insansız hava araçlarını NATO’nun Çevik Muharebe İstihdamı konseptinin bir parçası olarak RAF Fairford’dan kullanmayı planlıyor. Bu konsept, düşmanların önleyici saldırılar gerçekleştirmesini zorlaştırmak için önemli askeri uçakların farklı üslerden çalışmasına izin verilmesi gerektiğini savunuyor.

Kampanya, Sivil Havacılık Otoritesine sunulan belgelere göre, insansız hava araçlarının üste bulundukları süre içinde haftada iki ila üç kez havalanacaklarının varsayıldığı bilgisini kamuoyu ile paylaşarak, ABD dronlarının Birleşik Krallık topraklarında uçurulmasının tehlikelerine dikkat çekti. Geçen yıl Ağustos’ta üsse yapılan bir deneme uçuşunun ‘Birmingham havaalanına gelen Birleşik Krallık yolcu uçuşlarını ciddi şekilde aksattığı’ gösteride dile getirildi.

CND genel sekreteri Sophie Bolt; “Onlarca yıldan beri Global Hawk ABD casusluk aygıtının bir parçasıdır. “Hem RAF Lakenheath’ta konuşlu ABD nükleer silahlar hem de RAF Fairford’dan yapılan drone uçuşları, ABD’nin savaş makinesi için İngiltere’deki kritik merkezlerdir. Donald Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle birlikte bu durum daha da endişe verici bir hal almıştır. Sahte ulusal güvenlik argümanlarının arkasına saklanmak yerine, İngiliz Hükümeti bu üslerden işlenen savaş suçlarından sorumlu tutulmalıdır.” açıklaması ile tepkisini ve taleplerini dile getirdi.

 

Drone Savaşları Direktörü Chris Cole ise şunları söyledi: “Teorik olarak Birleşik Krallık’ın kendi topraklarından yürütülen her türlü askeri operasyon için onay vermesi gerekir. Ancak, Birleşik Krallık Hükümeti’nin Washington ile omuz omuza durmaya bu kadar kararlı olduğu göz önüne alındığında, operasyonun amacı ne olursa olsun, Hükümetin uçuşlara izin vermeyi reddedip reddetmeyeceği konusunda ciddi sorularımız var. ABD insansız hava araçlarının Fairford’dan uçmasına izin vermek, Washington’a insansız hava aracı operasyonları için açık çek vermek anlamına gelir ve buna karşı çıkılmalıdır.”

Başta Irak’ın işgali ve Siyonist İsrail’e Gazze’de işlediği soykırım ve katliama hamilik yapmada ABD ile birlikte hareket etmekten çekinmeyen İngiltere, ABD’nin hem nükleer başlıklarına hem de drone filosuna ev sahipliği yapmaktan da bir sakınca görmüyor.

 

Büyük işletmelerde işçi kıyımı

Bankalar, sigorta şirketleri ve üniversitelerde dahil birçok kurum için gerçek zamanlı veri, araştırma, haber ve analitik bilgi sağlayan S&P PMI’in Ocak’ın son haftasında yayınladığı verilere göre İngiltere’de işçi çıkarmaya hazırlanan tek işletme Sainsbury’s değil. Çok sayıda işletme aynı hafta içerisinde işçi çıkaracağı duyurusunda bulundu. Birçoğunun Nisan’da başlayacak olan işveren sigorta katkı payındaki artışı bahane gösterdiği işten çıkartmaların boyutu, pandemi dönemi dışında tutulduğunda 2009’dan buyana ki en üst seviye olarak değerlendiriliyor. Birçok şirket işten çıkartmaların yanı sıra yeni işçi alımlarını askıya alırken, gönüllü olarak işten çıkanların yerine yeni işçileri istihdam etmiyor. Sainsbury’s, 3 bin işçiyi işten atarak şu anda 148 bin olan mevcut işgücünün yüzde iki azaltmış olacak.

Süpermarket zincirlerinden Sainsbury’s, 3 binden fazla çalışanını işten çıkaracağını ve mağaza içi kafelerinin tamamını kapatacağını açıkladı. Şirket, bu kararı yıllık 1 milyar sterlin tasarruf hedefinin bir parçası olarak aldı.

Sainsbury’s CEO’su Simon Roberts, alınan kararların şirketin verimliliğini artırmaya yönelik olduğunu ifade etti. Şirket, kalan 61 mağaza içi kafenin yanı sıra pastane, sıcak yemek ve pizza tezgahlarını da kapatacak. Bu alanlardaki popüler ürünler, normal market raflarına taşınacak. Roberts, müşterilerin kafeleri düzenli olarak kullanmadığını ancak market içindeki gıda salonlarının ve satış noktalarının daha fazla ilgi gördüğünü belirtti. Yeniden yapılanma kapsamında, Sainsbury’s baş ofis ve yönetim ekibinde yüzde 20 oranında küçülmeye giderek kıdemli yönetim pozisyonlarının önemli bir kısmını kaldıracak. Şirket, işten çıkarılan çalışanlar için yeniden yerleştirme fırsatlarını değerlendireceğini de ekledi.

Sainsbury’s’in ardından aynı sektörde yer alan zincir mağazalardan Morrison da 200 işçi çıkaracağını duyurdu. Morrison’ın işten çıkartma gerekçesi ise mağazaların bölgesel sorumluluğu pozisyonlarının kaldırılarak merkeze devredilecek olması.

İşçi çıkartacağını duyuran mağazalardan bir diğeri de internet üzerinden satış yapan PrettyLittleThing (PLT) oldu. Bohoo Group’a ait olan PLT, Aralık ayında duyurduğu işten çıkartmalara Manchester’da ki genel merkezinde çalışan 50 işçinin işine son vererek başlayacak. Yaklaşık 200 işçi çıkartacağını açıklayan PHL, işten çıkartmaları çalışanlarına görüntülü aramalarla haber verdi.

Londra’nın hemen hemen her alışveriş merkezinde şubeleri olan giyim mağazalar zinciri River Island’da, Nisan’daki katkı payı artışından önce işçi çıkaracağını duyurdu. İşten çıkartmalara Londra’daki merkezinden başlayacak olan River Island kaç işçi çıkartacağına dair ise bir sayı vermedi. River Island’ın İngiltere çapında 250 mağazası var.

Yaşadıkları ekonomik zorlukları ve artan maliyetleri bahane göstererek işçi çıkarmaya hazırlanan bir diğer işletme de Birleşik Krallık çapında ayakkabı mağazaları olan Schuh. İşgücünü azaltmak için işten çıkartmaları gönüllülük temelinde başlatacağını açıklayan Schuh kaç işçi çıkartacağına dair bir açıklama yapmaktan şimdilik uzak duruyor.

İşçi Partisi’nin ilk bütçesinde arttırdığı işveren sigorta katkı payının bedelini daha önceki yazılarımızda dile getirdiğimiz gibi işçiler ödemeye başladı.

Geçen yıl 700 milyon sterlinden fazla kar elde eden Sainsbury’s devasa karına rağmen artan maliyetin faturasını işten çıkarttığı işçilere kesiyor. Sainsbury’s örneğinde olduğu gibi karlarından işçilere hiçbir zaman pay vermeyi düşünmeyen şirketler karlarından yaşayacakları zararlara işçileri ortak etmekten bir sakınca görmüyor.

 

Farage’ı yeterince sağcı bulmayan Reform UK encümenleri istifa etti

Şu anda cezaevinde olan faşist Tommy Robbinson’a açıktan sahip çıkmaktan korkan Farage’ı ‘‘beceriksiz ve kötü niyetli’’ olmak ve eski üyelere “sadakatsizlik” le suçlayan Reform UK’in Derbyshire Belediyesi’nde ki tüm encümen üyeleri istifa etti.

Derbyshire’deki istifaların ardından Reform UK’in encümen üyesi sayısı 50’den 40’a düşmüş oldu. İstifalar, Elon Musk ile Farage arası, Farage’ın faşist bir sokak hareketi kurmaya çalışan Nazi Tommy Robinson ile olan ilişkisi nedeniyle yaşanan görüş ayrılıklarından dolayı bozuldu. Donald Trump hükümetinde de yer alan teknoloji milyarderi Elon Musk’ın reform UK’i övmesi ve bir dahaki seçimlerde maddi yardım vaadinde bulunmasına, Robinson ile arasına mesafe koymaya özen göstererek karşılık veren Farage hem Musk’ın hem de Robinson’a yakın olan üyelerinin tepkisini çekti. Musk, “Reform Partisi’nin yeni bir lidere ihtiyacı var. Farage bunun için gerekenlere sahip değil.” açıklaması ile, kendi belediye encümen üyeleri ise istifa ederek Farage’a karşı tepkilerini açıktan ortaya koymuş oldular.

Reform UK’nin mevcut yönetimde yer almayan üyelerin bir kesimi, istifa eden belediye encümen üyeleri gibi Robinson’u daha açık bir şekilde sahiplenmek istiyor.

İstifa eden meclis üyeleri eski eş başkan yardımcısı Ben Habib’e lider olması için destek veriyorlar.

Habib, Reform UK’nin Robinson ile daha yakın bir ilişki içinde olma arzusunu dile getirerek Farage’ı eleştiriyor. Habib, “Reform’u belki de sterilize etme arayışında, bence Nigel Farage önemli ölçüde Reform’u ilk başta yaratan insanlara sırtını dönüyor.” açıklaması ile görüşlerini ve liderliğe talip olduğunu kamuoyuna duyurdu.

Donald Trump ve Avrupa ülkelerinde aşırı sağın başarılar elde etmesinden güç alan İngiltere’nin faşistleri ve sağcıları oyları ile parlamentoya taşıdıkları en sacı Reform UK artık yeterince radikal bulmuyor ve Tommy Robinson gibi Nazi birisine sahip çıkacak bir lider arıyor. İşçi Partisi ise kendisine en çok oy veren emekçiler ve göçmenleri karşı karşıya getirecek ve başta Reform UK olmak üzere sağcı partileri güçlendirecek olan göçmenlik karşıtlığında ve kemer sıkma politikalarında ısrar ediyor.

İngiltere’nin emek örgütleri, ilerici siyasi oluşumları, partileri ve kampanya grupları ise hem İşçi Partisi’nin hem polisin hem de sağcı basının tüm baskı ve engellemelerine rağmen 1 Şubat’ta olduğu gibi faşistlere karşı sokakta mücadele etmeye devam ediyor. Tüm dünyanın başına bela olan ırkçılık ve aşırı sağın İngiltere’de de yaşamları tehdit eder hale gelmemesi için bulunduğumuz her alanda ırkçılığa karşı mücadele etmek, yerli ve göçmen emekçilerin birliğini savunmak zorundayız.