13.8 C
Los Angeles
Perşembe, Nisan 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 67

Kraliçe’nin ardından İngiliz Milletler Topluluğu’nun akıbeti sorgulanıyor

0

Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümüyle 70 yıllık hükmünün sona ermesinin ardından İngiltere’nin eski sömürgeleriyle kurulan İngiliz Milletler Topluluğu’nda monarşiden koparak kendi liderleri tarafından yönetilen cumhuriyetlerin sayısının artıp artmayacağı tartışılıyor. 56 üye ülkesi olan İngiliz Milletler Topluluğu’nda bunlardan yalnızca 14’ü İngiliz monarşisinin liderini devlet başkanı kabul ediyor. Bu ülkeler arasında Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda da bulunuyor. İngiliz Milletler Topluluğu, 1949’da İngiltere Kralı 6. George döneminde Londra Deklarasyonu ile kurulmuştu. İngiltere’nin eski sömürgeleriyle kurulan birliğe üyeliğin esası özgürlük ve eşitlik olarak belirlendi, İngiltere monarşisinin liderini devlet başkanı olarak tanıma şartı getirilmedi. Halihazırda 56 üye içinde İngiltere monarşisinin liderini devlet başkanı olarak tanımayı, yalnızca İngiltere, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda’nın da aralarında bulunduğu 15 ülke kabul ediyor.

Bu ülkelerde devletin başkanı kabul edilen İngiltere Kralı ya da Kraliçesi, kendisini temsilen “Genel Vali” atıyor. Başbakan, hükümetin başıyken başbakan tarafından belirlenen hükümet üyeleri, Genel Vali tarafından onaylandıktan sonra atanıyor. Toplulukta çoğunlukla parlamenter demokrasiyi benimsemiş cumhuriyetler bulunuyor.

Dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturan Topluluğa sadece İngiltere’nin eski sömürgeleri dahil değil. Eski Fransız sömürgeleri Ruanda, Mozambik, Gabon ve Togo, İngiliz Milletler Topluluğu’na üye olmayı seçti. Bugüne kadar yalnızca İrlanda ve Zimbabve Topluluk çatısından çıkarken Pakistan, Güney Afrika ise çıktıktan bir süre sonra geri döndü. Yeni üyeler, kopmalar ya da Topluluk içinde kalarak İngiliz monarşisi ile bağı kesme girişimleri, Topluluğun gündemini zaman zaman meşgul etti.

Topluluk içinde bu yönde son adımı Karayipler’deki Barbados attı, 30 Kasım 2021’de İngiliz hükümdarı reddederek cumhuriyete geçti.

1952’de başa geçen ve oluşumu bir arada tutan güç olduğuna inanılan Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümünü, birliğin geleceğinin yeniden sorgulanmasına yol açtı. Birçok ülkede cumhuriyete geçme fikri dillendiriliyor. 1999’da Avustralya, cumhuriyete geçişi referanduma götürmüş ancak yanıt ‘hayır’ çıkmıştı. Kraliçenin ölümünün ardından fikri sorulan Başbakan Anthony Albanese, yas tutulan bir dönemde bu konunun görüşülmemesi gerektiği cevabını verdi. Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern ise Kral 3. Charles’a desteğini ifade ederken ülkesinin “zaman içinde” cumhuriyete geçeceğini söyledi. 2009’da Karayipler’deki St. Vincent ve Grenada ada ülkesinin yaptığı referandumdan da “İngiliz monarşisine devam” kararı çıktı. Antigua ve Barbuda, üç sene içinde konuyu referanduma götüreceğini duyurdu. Belize, Bahamalar, Jamaika, St. Lucia, St. Kitts ve Nevis’ten de benzer sesler yükseliyor ancak henüz net açıklamalar yapılmadı.

Monarşi mi, cumhuriyet mi?

0

Kraliçe Elizabeth’in ölümüyle birlikte monarşi hakkındaki tartışmalar yeniden canlandı. Çok sık kamuoyu araştırmaları yapılıyor ve cumhuriyetçilik ya da kraliyet arasında tercih yapanların oranı dikkatle izleniyor.

Monarşi, neredeyse Orta Çağ’dan beri Birleşik Krallık’ı oluşturan ülkelerde geçerli yönetme biçimi olmuştur. Cromwell devriminden sonra 17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Galler’de, daha sonra İrlanda ve İskoçya’da cumhuriyetçi hükümetler kurulmuştu. O dönemde, “İngiltere Topluluğu (Commonwealth of England)” olarak adlandırılan bu cumhuriyetler birliği, 1660’ta monarşinin Restorasyonuna kadar sürdü. Cromwell ölmüştü ve öldükten iki yıl sonra mezarından çıkarılıp kafası kesilmiş, bir sırığın ucunda parlamento’nun çatısına dikilmişti. Krallık, cumhuriyetin sonunu böyle vahşi bir biçimde ilan etmişti. II. Charles’ın kanlı darbesiyle sona eren cumhuriyet, sonraki yüzyıllar boyunca daima azınlıkta kalan gruplar tarafından zayıf bir sesle savunuldu.

Cumhuriyetçilik, zayıf bir muhalefet kimliği olageldi. Kuzey İrlanda’da “cumhuriyetçi” terimi genellikle İrlanda cumhuriyetçiliği anlamında kullanılıyor. İrlanda cumhuriyetçileri, monarşiye karşı olsalar da, temelde İrlanda adasında herhangi bir biçimde İngiliz devletinin varlığına karşıdırlar. Bir başka deyişle, cumhuriyeti yalnızca kendileri için istiyorlar. Bununla birlikte, Kuzey İrlanda’da İngiliz cumhuriyetini destekleyen sendikacılar da var.

Cumhuriyetçi Akımlar

İngiltere, İskoçya ve İrlanda anayasal monarşiler haline gelseler de, son birkaç yüzyıl boyunca amaçları monarşiyi ortadan kaldırmak ve cumhuriyetçi bir sistem kurmak olan hareketler ortaya çıkmıştır.

Fransız Devrimi’nin başlangıcından 19. yüzyılın başlarına kadar, devrimci mavi-beyaz-kırmızı üç renkli bayrak, İngiltere, Galler ve İrlanda’da kraliyet kurumuna meydan okumak için kullanıldı. Bu üç renk, Fransız Devrimi’nin sloganı olan “Liberté, égalité, fraternité” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) kelimelerini temsil ediyordu. Bu slogan, 1830’larda Çartist hareket tarafından da benimsenmişti.

1837-38 Kanada isyanları ve 1848 Genç İrlandalı İsyanı sırasında İngiliz monarşisine karşı ayrılıkçı cumhuriyetçi devrimler başarısız oldu.

Parlamento, 1848’de “İhanet Suçu Yasasını” kabul etti. Bu yasa, cumhuriyetçiliğin savunulmasının cezasını Avustralya’ya sürgün olarak belirlemişti. Bu daha sonra bu ceza ömür boyu hapis cezasına çevrildi. Kanun, hâlâ kanun kitaplarında duruyor. Ancak, 2003 tarihli bir davada yargıçlar , “Davalılar ve diğer herkes için, monarşinin barışçıl bir şekilde ortadan kaldırılmasını ve onun yerine cumhuriyetçi bir hükümet biçiminin getirilmesini savunanlar, ceza tehdidi altında olamazlar” biçiminde bir karar verdi. Bugün cumhuriyeti savunmak, yazılı yasaya rağmen sürgünü ya da ömür boyu hapis cezasını gerektirmiyor.

Anketler

Ocak 1997’de ITV, 2,5 milyon izleyiciye “Bir monark ister misiniz?” sorusunu telefonla yöneltti. Telefon anketi sonucu, seçmenlerin %66’sının bir hükümdar istediğini ve %34’ünün istemediğini gösterdi.

21. yüzyılın ilk yıllarında yapılan MORI anketleri, insanların yaklaşık %70’inin monarşiyi desteklediğini gösterdi. Ancak 2005’te, Prens Charles ve Camilla Parker Bowles’in düğünü sırasında, monarşiye verilen destek %65’e düştü. Cumhuriyet yanlıları, %22’de kaldı. 2009’da BBC tarafından yaptırılan bir ICM anketi, İngiltere’nin bir cumhuriyet olmasını desteklediklerini söyleyenler %18 ve görüş belirtmeyenler %6 iken, %76 Kraliçe’den sonra DA monarşinin devam etmesini istiyordu.

Şubat 2011’de bir YouGov anketinde, Kraliçe’nin ölümünden sonra Prens Charles kral olursa monarşinin sonlandırılmasını isteyenlerin oranı %13 idi. Bununla birlikte, 29 Nisan 2011’de Prens William ve Kate Middleton’ın düğününden kısa bir süre önce bir ICM anketi, bu oranın %26’ya çıktığını gösterdi. Yine Nisan 2011’de alınan Ipsos MORI’nin 1.000 yetişkinle yaptığı bir anket, halkın %75’inin İngiltere’nin monarşi olarak kalmasını istediğini ve %18’inin İngiltere’nin cumhuriyet olmasını istediğini ortaya koydu. Mayıs 2012’de, yapılan bir Ipsos MORI anketi, %80’inin monarşiden, %13’ünün Birleşik Krallık’ın cumhuriyet haline gelmesinden yana olduğunu ortaya koydu. Bunun son yıllarda monarşi lehine rekor bir rakam olduğu düşünülüyordu.

Eylül 2015’te Cumhuriyetçi görüşlere sahip bir İşçi Milletvekili Jeremy Corbyn, partisinin liderlik seçimini kazandı ve hem Muhalefet Lideri hem de İşçi Partisi Lideri oldu. 1991’de Corbyn, İngiliz Milletler Topluluğu Yasası’nı desteklemişti. Bununla birlikte Corbyn, 2015 yılında liderlik için yürüttüğü kampanya sırasında cumhuriyetçiliğin “uğruna mücadele ettiği bir hedef olmadığını” belirtti.

Mayıs 2021’de bir YouGov anketi, cumhuriyetçi görüşlerde yüksek bir artış görüldü. 18 yaşın üzerindekilerin tamamında monarşiye olan destek %61’e (%24’e karşı) düştü. Anket aynı zamanda 25-49 yaş arasındakilerde monarşiye verilen desteğin önemli ölçüde azaldığını ve 65 yaş üstü arasında desteğin hafif bir düşüş gösterdiğini de ortaya koydu.

Mayıs 2022’de, Kraliçe’nin Platin Jübile’si öncesinde, bir başka YouGov anketi, 18-24 yaşındakilerin yalnızca %31’inin monarşiden yana olduğunu gösterdi. Oysa bir bütün olarak nüfusun %66’sı hâlâ monarşiden yanaydı. Dört ay sonra, Kraliçe’nin ölümünün ardından, bu rakam %67 olarak tespit edildi.

 

Kraliçe öldü monarşi tartışması sürüyor

0

Özden DİNÇ – Arif BEKTAŞ

Akademisyen John Rees, Savaş Karşıtı Koalisyondan Lindsey German, Demiryolu Sendikası Başkanı Alex Gordon ve İşçi Partisi Eski Başkanı Jeremy Corbyn ile İngiltere’de monarşinin durumunu konuştuk.

İngiltere’de medyanın neredeyse tek gündemi kraliyetin yas süreci. Kraliçe II. Elizabeth’in 8 Eylül’de ölümünün ardından Birleşik Krallık’ta on gün süreyle yas ilan edilmişti. Kraliçenin cenaze töreninin yapılacağı 19 Eylül Pazartesi günü ülkede sağlık sisteminden okullara ve gıda yardım merkezlerine varıncaya değin her yer kapalı kaldı.

Kraliçenin sağlık durumunun bozulduğuna dair haberlerin ilk kez duyulduğu andan bu yana ülkedeki hayat pahalılığı krizi ana akım medyada konuşulmaz hale geldi ve bir süre daha böyle devam edeceğe benziyor. Bu tutumun billurlaştığı örneklerden birisi Kraliçe henüz ölmeden önce BBC’de bir canlı yayında yaşandı. Haber Spikeri Clive Myrie, Yeni Başbakan Liz Truss’un enerji faturaları ile ilgili düzenlemesi hakkındaki bir haberi sunarken “Majesteleri ile ilgili olarak durumun ciddiyeti düşünüldüğünde” enerji faturalarının “elbette artık çok önemsiz” hale geldiğini söyledi. Myrie gelen tepkiler üzerine yanlış anlaşıldığını söylese de o günden sonra BBC başta olmak üzere İngiltere medyası ağırlıklı olarak bu süreçte artık “Kraliyet ailesi dışında hemen her şeyin önemsiz olduğu” bir yayın politikası benimsedi.

CUMHURİYET TARTIŞMASI İVME KAZANDI

Monarşi’nin İngiltere’ye özgü “anayasal bir monarşi” ve monarkların da aslında politikaya karışmayan sembolik figürler olduğuna dair iddiaların gerçekle örtüşmediğini; yas sürecinin aktarılma şekline ya da monarşiyi ve Yeni Kral Charles’ı protesto edenlerin büyük bir hırsla gözaltına alınmasına bakarak bile anlamak mümkün.

Öte yandan yaygın medyada çok görünür olmasa da Kraliçenin ölümünün ardından ivme kazanan bir cumhuriyet tartışması var. Bu bağlamda İngiltere’deki siyasi örgütlerin ve işçi hareketinin önde gelen isimlerinden bazılarına monarşinin ve monarkların İngiltere halkına ne ifade ediyor olabileceğine, Kraliçe II. Elizabeth’in 70 yıl boyunca ne gibi bir hizmet yaptığına, Birleşik Krallık’ı ve İngiltere Uluslar Topluluğu’nu bundan sonra nasıl bir gelecek beklediğine dair sorular yönelttik.

JOHN REES: MONARŞİ GERİCİ BİR KURUM

Politik Aktivist ve Akademisyen John Rees, halkın Kraliçenin çok uzun zamandır hayatlarında var olan bir figür olması nedeniyle bir kayıp duygusu yaşadığını ancak Yeni Kral III. Charles için benzer bir yakınlık hissi duymadıklarını söyledi. Rees ayrıca kamuoyu araştırmalarına göre toplumun yaklaşık yüzde 30’unun cumhuriyet yanlısı olduğunu ve dolayısıyla monarşiye karşı olanların görünüştekinden daha fazla olduğunu belirtti.

Rees monarşi ve Kraliçe konusundaki görüşlerini şöyle özetledi: “Kraliçenin şahsi meziyetleri hakkında bir bilgimiz yok çünkü kendisini şahsen tanımıyoruz belki gerçekten de çok tatlı bir büyükanne ve iyi bir insandı ancak zaten asıl mesele bu değil. Asıl mesele bir ülkede devlet başkanı, soy bağı ile göreve gelen bir monark olmalı mıdır? Belirli bir ana-babanın çocuğu olduğunuz için devletin başına geçememelisiniz zira devlet başkanlığı politik bir mevki ve bu göreve gelecek kişi seçimle belirlenmeli. Böyle bir pozisyona geçmek için doğamazsınız, bu nevi bir politik sistemi Orta Çağda aştık ve şimdi 21’inci yüzyıldayız. Her yerde, her ülkede bu gibi etkili mevkilere gelecek kişilerin seçimle işbaşına gelmesini garanti altına alacak bağlayıcı düzenlemeler olmalı. Monarşinin başardığı tek şey bazı insanların sırf şu değil de bu ailede doğdukları için diğer insanlardan daha iyi olduğu fikrini halkın zihnine nakşetmiş olmaları. Bu özünde çok eşitsiz ve hiç demokratik olmayan bir önerme. Bu şekilde toplumda mevcut tüm eşitsizlikleri ve her türlü baskıyı kutsayan bir sosyal piramit oluşturuluyor. Dolayısıyla monarşi özünde çok gerici bir kurum.”

KRALİYET AİLESİNİN SİLAH ENDÜSTRİSİ İLE İLİŞKİLERİ

John Rees monarşinin bu en temelde yer alan eşitsiz yapısının yanı sıra kraliyet ailesinin silah endüstrisi ile arasındaki girift ilişkilere de dikkat çekti ve şunları söyledi:

“Kraliyet ailesi sadece sembolik bir aile değil, toplumun geri kalanıyla bütünleşik. Kraliyet ailesinin her daim silah endüstrisiyle ilişkiler bağlamında bir nevi halkla ilişkiler vitrini olarak kullanıldığını görüyoruz. Prens (Kral) Charles ya da Prens Andrew’un yurt dışı faaliyetlerine baktığımızda, İngiliz silahlarının dünya geneline satışlarında en ön sırada bulunuyorlar. Dolayısıyla çok yıkıcı, saldırgan savaşlara yol açan silah ticareti ile entegre olmuş ilişkiler içerisindeler. Örneğin Suudi Arabistan’ın Yemen’e yönelik saldırısına baktığımızda bu savaş İngiltere’nin sağladığı silahlarla yapılıyor.”

GERMAN: KRALİYET, KAPİTALİST SİSTEME ENTEGRE

Savaş Karşıtı Koalisyondan (Stop the War Coalition) Lindsey German, kraliyet ailesinin sembolik ya da sıradan bir aile olmadığına dikkat çekti. German şunları söyledi:

“Kraliçenin sıradan halkın temsilcisi olduğunu söylemek çok saçma. Kraliçe muhtemelen dünyadaki en zengin kadın idi, keza kraliyet ailesi dediğimizde, akıl almaz bir servetleri var. Londra’nın merkezinden kıyı şeritlerine varıncaya kadar ülkenin pek çok yerinde mülk ve arsa sahibi bu insanlar. Dolayısıyla Kraliçenin sıradan birisiymiş gibi tasvir edilmesi makul değil. Kraliyet ailesi de sıradan bir aile değil.”

Kraliyet ailesinin İngiltere kapitalizmi bağlamındaki önemine dikkat çeken Lindsey German, söz konusu ailenin nesiller boyunca aktarılan bir iktidarı ve serveti temsil ettiğini ve İngiltere’nin modern kapitalist sistemine çok ileri seviyede entegre olduğunu belirtti:

“İngiltere kapitalizmi için ‘Kraliçe ya da kralın önünde eğiliyorsanız belki devamında patronunuzun ya da hakimlerin ya da toplum içinde sözüm ona önemli olan diğer kişilerin önünde de diz çökebilirsiniz’ fikrine esin kaynağı olmaları bakımından da çok özel bir öneme sahipler. Ancak İngiltere’de pek çok kişinin böyle düşünmediğini biliyoruz.”

German ayrıca medyanın Kraliçeyle ilgili haberleri aktarma şeklinin insanları bıktırdığını da söyledi: “Kendisini tanıyanlar -ya da belki de hiç tanımayanlar- pekala bu kayba üzülüyor olabilir ancak insanlar çocuklarını doyurmakta, evlerini ısıtmakta bu denli güçlük çekerken saraylara ve sınırsız bir servete sahip bir kadının ölümü karşısında hepimizin bir ortak ulusun parçası olduğumuz ve birlikte hareket etmemiz gerektiği fikri kabul edilebilir değil.”

RMT BAŞKANI GORDON: MONARŞİ SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL

Son dönemde İngiltere’de canlanan işçi hareketinin öncü sendikalarından Demiryolu, Denizcilik ve Taşımacılık Sendikasının (RMT) Genel Başkanı Alex Gordon, İngiliz halkının-aralarında işçilerin de olduğu ve hepsi de politik olarak sağ kanatta yer almayan- hatırı sayılır bir kısmının monarşiye ve Kraliçeye bir çeşit bağlılık duyduğunu söyledi. “Örneğin bu kişilerin bir kısmı İşçi Partisine oy veriyor ya da bir sendikaya üye yani bu bağlılığı duyan hemen herkesin fanatik birer sağcı olduğunu söylemek mümkün değil” diyen Gordon sözlerine şöyle devam etti: “Bu sadakat büyük ölçüde merhum Kraliçe Elizabeth’in hükümdarlığının medyada yansıtılma şeklinden ileri geliyor. Kraliçe monarşi açısından oldukça iyi bir vitrin idi. Elizabeth dünyadaki en zengin kadındı ancak aynı zamanda sanki öz ninenizmiş gibi görüntü veriyordu. Ancak bunun böyle devam edeceğini söyleyemeyiz zira oğlu Charles, onun gibi zararsız, kendi halindeymiş gibi gözüken bir karaktere sahip değil.”

Ülkede kraliyet yanlısı sabit büyük bir çoğunluk olmadığını belirten Gordon “Kısa bir süre içinde bu ülkede neler olup biteceğini hep birlikte göreceğiz” dedi.

İngiltere’de temelleri 17’inci yüzyıla uzanan oldukça eski bir cumhuriyetçi geleneğin olduğunu ve monarşiye karşı 17’inci yüzyılda devrim yapıldığını hatırlatan RMT Genel Başkanı “Ve şimdi asıl soru 21’inci yüzyılda neler olacağı” dedi. Gordon başta Jamaika olmak üzere İngiliz emperyalizminin boyunduruğu altına girmiş pek çok ülkenin İngiliz Devletler Topluluğu’ndan ayrılacağını ve monarşi ile yönetilmeyi reddedeceğini tahmin ettiğini söyledi.

Alex Gordon ayrıca bu süreçte nihayetinde bir gün sıranın İngiltere’ye de geleceğini zira monarşinin “Tarihi çoktan geçmiş saçma sapan bir idare şekli” olduğunu söyledi. Gordon sözlerini şöyle sürdürdü: “İngiliz versiyonunda bu anayasal bir monarşi diye ifade ediliyor ancak monarkların gücü nedir, ne gibi haklara ya da imtiyazlara sahipler orası belli değil. Örneğin vergi konusunda muafiyetleri olduğunu biliyoruz ya da bağlayıcı yasal hükümlerden muaf olduklarını da biliyoruz örneğin istihdam kurallarını düzenleyen yasalardan muaflar. İngiltere’de kraliçe ya da kral için çalışıyorsanız ırk ayrımcılığına ya da cinsiyet ayrımcılığına dair bir şikayette bulunmanız olası değil. Çünkü muafiyetleri var ve bu sürdürülebilir bir durum değil. Hiçbir yerde yazan bir şey de değil bu. Her şey bir sır perdesi altında. Zaten İngiltere sırlar konusunda çok iyi, pek çok sırrı var. Bundan kurtulmalıyız. Seçimle işbaşına gelmeyen Lordlar Kamarası ya da seçimle işbaşına gelmeyen devlet başkanları konusunda bir tartışma yürümeli ve bu durumu değiştirmeliyiz. “

CORBYN’DEN KAÇAMAK YANIT

Barış ve Adalet Projesi’nden (Project for Peace and Justice) İşçi Partisi Eski Genel Başkanı Jeremy Corbyn Kraliçenin şahsı ile monarşiyi ayırmak gerektiğini savundu ve şu yanıtı vermekle yetindi: “Mesele toplumumuzda demokrasi ile ilgili. Pek çok insan çok üzgün ve birçok insan da toplumumuzdaki eşitsizlik ve adaletsizlik nedeniyle üzüntü duyuyor.  Ben önümüzdeki süreçte daha demokratik bir toplum yaratmaktan yanayım. Bu mesele önümüzdeki günlerde gündemimizde olacak.”

 

Bir can diğerinden daha değerli değil, ama Elizabeth’in ölümü halkı kilitledi

0

Hayatın değeri söz konusu olduğunda bir hiyerarşi yok, ancak Elizabeth Windsor’un ölümü geçen ay ülkeyi durma noktasına getirirken, medya ülkedeki milyonlarca insanın durumunu tamamen görmezden geldi. Hatta, kraliçenin ölümü açıklanırken, bir BBC muhabiri, Başbakan Liz Trussın o gün açıkladığı elektrik faturaları yardımının ‘artık önemli olmadığını’ söyledi.

İngiltere yaşam maliyetinin terörü ile karşı karşıyayken, insanlar halka yapılan haksızlıklara sessiz kalmak istemediler.

Kraliçe’nin cenazesindeki polis operasyonu, vergi mükellefine milyonlarca sterline mal oldu. Ve monarşiyi protesto eden insanlar tutuklandı ve susturulmaya zorlandı.

Polisin monarşi karşıtı protestolara verdiği tepkiye yönelik artan eleştirilere yanıt olarak Metropolitan Polisi, insanların kraliyetlere karşı “kesinlikle protesto etme hakkına sahip oldukları” söyledi.

Ancak lafa değil icraata bakmak lazım. Bir polis memuru, boş bir pankarta “Kralım değil” yazarsa tutuklanma riskiyle karşı karşıya kalacağı konusunda bir avukatı uyardı.

Garden Court Chambers avukatı Paul Powlesland, monarşi karşıtı protestocuların ifade özgürlüğünü kullandıkları için hedef alındığına dair haberlerden endişe duydu ve bu yüzden Londra’nın merkezine boş bir pankartla gitti.

Sosyal medyada viral hale gelen polisle olan tartışmalarının bir kaydı, bir memurun boş bir pankart tutan Powleslandi sorguladığını gösteriyor.

Memur, avukat kâğıdın üzerine “Kralın çevresindeki insanları rahatsız edebilecek şeyler” yazarsa kamu düzeni suçları kapsamında tutuklanma riskini alabileceğini iddia etti.

En az iki kişide İskoçya’da barışı ihlal etmekle suçlandı. Bunlar, itibarını yitirmiş kraliyet Prensi Andrew’u yuhalayan bir adam ve “monarşiyi kaldır” işaretini tutan bir kadındı.

Barış Taahhüdü Birliği (Peace Pledge Union) kampanyacısı Symon Hill de Oxford’da Kral Charles’ın ilanı sırasında “Onu kim seçti?” diye bağırdıktan sonra tutuklandı.

Barış kampanyacısı daha sonra bırakıldı. Polis, Hill’in 1986 tarihli Kamu Düzeni Yasası’nın 5. bölümüne göre alarma veya rahatsızlığa neden olabilecek davranış şüphesiyle tutuklandığını söyledi.

Ancak Hill, bir fikri olduğu için tutuklandığını söyledi.

Diğer olaylar arasında, Parlamento önünde “Kralım Değil” tabelası tuttuğu için polis tarafından uzaklaştırılan bir adam var.

Eylemler, tutuklamaların yasallığını sorgulayan sivil özgürlük grupları ve sol görüşlü milletvekilleri arasında alarma yol açtı.

Ancak polis izleme grubu Netpol, monarşi karşıtı protestoların hedef alınmasının yeni bir şey olmadığını söyledi.

Grubun iletişim koordinatörü Emily Apple, 2002’deki altın jübile sırasında bir barda oturan 41 kişinin tutuklanması da dâhil olmak üzere, polisin birçok kraliyet etkinliklerinde tutuklamalar yaptığının altını çizdi.

“Polis, monarşi karşıtı seslerin sokaklarımızda duyulmaması için orantısız hareket ediyor” dedi.

Ancak Polis, Suç, Hüküm ve Mahkemeler Yasası kuşkusuz koşulları daha da kötüleştirdi. Bazı tanıkların polisin protestocuların tutuklanması sırasında yeni otoriter yasayı gerekçe gösterdiğini bildirdi.

Göstericilere yönelik saldırı, kraliyet ailesi tarafından işçi sınıfının yaşamlarıyla alay edilmesinin tek yolu olmadı.

Elizabeth’in cenazesinin resmi tatil olması nedeniyle bazı hastane randevuları ve cenazeler ertelendi.

Bazı bölgelerdeki NHS yetkilileri, hastalar için acil olmayan prosedürleri ve klinik randevularını 19 Eylül’de erteledi.

LBC radyosunu arayan bir kadın, annesinin cenazesinin Kraliçe ile aynı gün olduğu için gerçekleşemediğini söyledi.

Kadın, “Kağıt üzerinde çok kolay alınabilecek kararlardan biri gibi geliyor, ancak neden olduğu stres ve pratik sorunların takdiri yok,” dedi.

 

Yeni Maliye Bakanı’ndan Kaos Bütçesi

0

Boris Johnson’ın ardından 6 Eylül’de görevi devralan Başbakan Liz Truss tarafından Maliye Bakanı olarak atanan Kwasi Kwarteng’in 23 Eylül’de açıkladığı mini bütçe; sterlinin değerinde ve ekonomide kaosa neden oldu.

Sendikalar ve emek örgütleri tarafından haklı olarak ‘‘sınıf savaşı bütçesi’’ olarak adlandırılan mini bütçe, sermaye lehine yüksek oranlarda vergi indirimi içermesine rağmen sermaye piyasalarında büyük panik yarattı. Sterlin dolar karşısında büyük değer kaybetti. Sterlin doların piyasa sürüldüğü 1792 yılından buyana ki en düşük seviyeyi gördü ve neredeyse dolarla eşitlendi. Londra Borsası’nda FTSE 100 endeksi 7000 puanın altına geriledi. Britanya merkezli şirketlere daha ağırlık veren ve yıl boyunca gerileme eğiliminde olan FTSE 250 endeksi, Kwarteng’in mini bütçesinin ardından on binin üzerinde puan kaybederek çok hızlı bir düşüş yaşadı. Uzun vadeli borçlanma tahvillerinin faizleri %5 çıktı. Mini bütçe hükümetin borçlanma maliyetlerinde hızlı bir atışa neden oldu. Borcunu ödeme konusunda hükümete güvenini yitiren yatırımcılar uzun vadeli borç satın alma riski karşılığında faizleri yükseltti. Hükümetin uzun vadeli borçlanma maliyetindeki hızlı artışın kontrolden çıkarak ülkenin emeklilik fonlarını tehlikeye sokması nedeniyle İngiltere Merkez Bankası 65 milyar sterlinlik tahvil almak zorunda kaldı. Şubat ayında hükümetin borçlarında azaltmaya gitme kararı alan İngiltere Merkez Bankası, Kwarteng’in mini bütçesi sonrasında U dönüşü yaparak hükümetin uzun vadeli tahvillerini almak zorunda kaldı. Bütçe içerisinde yer alan vergilerde indirim ile ev ve işyerlerinin enerji faturalarına yapılan desteklerden dolayı hükümet önümüzdeki beş yıl içinde 411 milyar sterlin daha fazla borçlanmak zorunda kalacak. Özellikle zenginlerden alınan gelir vergisini düşürerek, kamu kaynaklarını azaltan Bakan’ın olmayan bütçe üzerine plan yapması piyasaların hükümete güvenini sarstı.

Bütçe ve mali konularda danışmanlık yapan dairelerin görüşü alınmadan açıklanan mini bütçe yarattığı kaos ve ek maliyetler Başbakan Truss ve Bakan Kwarteng’i Bütçe Sorumluluk Dairesi (Office for Budget Responsibility) ile görüşmek zorunda bıraktı. Koas yaratan vergi indirim kararlarına ilişkin Kasım sonundan önce bağımsız bir rapor hazırlanması talebi başbakan ve bakan tarafından kabul görmedi.

Vergi indirimi yüksek gelirlilere yaradı

Yoksulların ihtiyaçlarını dahi karşılamaya yetmeyecek olan gelirlerinden kesip zenginlere aktararak Britanya’yı Avrupa’nın en eşit olmayan ülkesi haline getirmeyi başaran Muhafazakârlar, işçilerin hak alma mücadelesini de olabildiğince zorlaştırmaya çalışıyorlar. Bakan Kwarteng mini bütçesini açıklarken ilk önce greve çıkmaya hazırlanan işçileri tehdit etti. Bütçede düşük gelirlilerden alınan vergi % 1 oranında düşürülürken, geliri 150 bin sterlinden fazla olanlardan alınan vergi % 45’ten 40 düşürüldü. Gelir vergisinde %1 indirim düşük gelirliler için hiçbir şey ifade etmezken %5, yüksek gelirliler için epey bir meblağ teşkil ediyor. Yüksek maaş alan şirket yöneticilerinin çoğunun %5’lik ek vergi indiriminden elde ettiği gelir milyonlarca düşük gelirlinin yıllık maaşından daha fazla. Konut alımında ödenen pul vergisi eşiği de ilk kez ev alanlar için yükseltildi. Vergi kesintilerinde tarihi rekor kıran mini bütçe 1972 yılından buyana yapılan en büyük vergi indirimlerini içeriyor. Bakan Kwarteng bir kıyak da bankacılara yaptı. Kwarteng, üst düzey banka yöneticilerine verilen ikramiyelerde ki üst sınırı kaldırdı. Mevcut uygulamaya göre bankacılara, hissedarların onayı ile en fazla yıllık maaşının iki katı kadar ikramiye veriliyor. Mini bütçenin içerdiği gelirin hemen hemen yarısı nüfusun en zengin %10’luk kesimine gidecek. Mini bütçenin yaratmış olduğu ekonomik sarsıntıyı önlemek için Merkezi Bankası’nın faiz artırımı da yine elinde sermayesi olana yarayacak. Artan faizler nedeniyle mortgagelerini ödeyemeyecek durumuda kalanların evleri nakit parası olanlar tarafından ucuza kapatılacak. Faizlerle orantılı olarak arttırılan kiralar nedeniyle sokağa atılanların sayısı artacak.

Bakan borçlanmayı tercih etti

Rekor seviyelerde artan enerji fiyatlarını tarifelere üst sınır ya da ek vergiler koyarak enerji şirketlerine yüklemek yerine borçlanmayı, en zenginlerden alınan vergi oranını artırmak yerine düşürmeyi tercih eden Kwarteng’in mini bütçesindeki açık 411 milyar sterlin. Peki, zenginlerin ve halkın temel ihtiyaçları üzerinden milyarlarca sterlin kazanan şirketlerin karlarına dokunmayan hatta karlarını katlayacak vergi indirimi yapan Kwarteng bu açığı nereden karşılayacak? Elbette yine toplumun en yoksul kesimini oluşturan milyonlarca dar gelirliden ve emekçinin sırtından. Şimdiye kadar yaptığı açıklamaları ve pratiğiyle sosyal yardımlara ve kamu hizmetlerine karşıtlığı ile bilinen Kwarteng’in kemer sıkma politikalarında ısrar edeceğinden kuşku yok. Bütçe konuşmasındaki grevleri engelleme çağrısı da bunun bir işareti. Bir başka işaret ise Sonbahar’da sosyal yardımlara yapılacak olan zamların enflasyon oranında olup olmayacağı sorusuna yanıt verilmemesi.

Bakan sosyal yardımların borca dönüştürülmesini savunuyor

Bakan Kwarteng, 2015 yılında kendisinin de yazarları arasında olduğu Time for Choosing: Free Enterprise in Twenty-First Century Britain (Seçim Zamanı: Yirmi Birinci Yüzyıl İngiltere’sinde Hür Teşebbüs) adlı çalışmada, sosyal yardımların borca dönüştürülmesini savunuyor. Genç işsizlerin, işe başladıklarında aldıkları sosyal yardımları geri ödemeye mecbur bırakılması fikrini tartıştırıyor. Pandemi öncesindeki 10 yıl boyunca kemer sıkma politikaları ile hayatları cendereye sıkıştırılan işçi ve emekçiler bir kez daha muhafazakarların saldırıları ile yüz yüze. Bu kez kemer sıkma politikaları, ağırlaşan hayat pahalılığı, enflasyon, ağırlaştırılmış anti sendikal yasalar, hak aramayı suç haline getiren yasalar ve kısıtlama yeni koşullarında dayatılıyor. Ama tüm bu koşullara karşı ülkenin dört bir tarafında her gün devam eden grevler ve direnişler, hayat pahalılığına karşı artık yeter demek için kurulan inisiyatifler gelişiyor. Grevler sadece kamu alanında değil özel sektörde de yaygınlaşıyor ve kazanımlarla sonuçlanıyor. Bu zor koşullarda bizlere düşen görev yanı başımızda gelişen grevlerle dayanışma için de olmak ve bölgelerimizde kurulan Artık Yeter inisiyatifleri içinde yer almak.

 

Enerji Fiyatlarındaki düzenleme sizlere nasıl yansıyacak

Elinizdeki gazetenin baskıya girdiği 1 Ekim itibarı ile İngiltere’de gaz ve elektrik tarifeleri bir kez daha zamlandı. Rekor seviyelere çıkan enflasyonun ve hayat pahalılığının altında ezilen yoksul ve dar gelirliler, Nisan’da enerji fiyatlarına yapılan %54 oranındaki zamların şokunu daha atlatamamışken yeni zamlarla baş etmek zorunda kalacak. Ekim için %80 oranındaki zamlar şimdilik hükümetin müdahalesi ile %27’e çekildi. Kış aylarında yiyecek ve yakacak arasında tercih yapmak mecburiyetinde olan milyonlarca dar gelirli, yine bir ‘Ali Cengiz Oyunu’ ile ölüme karşılık sıtmaya razı ediliyor.

Tarifelere yeni düzenleme

Hükümetin hayat pahalılığı karşısında yükselecek tepkileri azaltma kaygısı ile aldığı önlemler kapsamında, yıllık enerji ücretleri hane başına ortalama olarak 2 bin 500 sterline çekildi. Yıllık kullanıma değil, enerji birimlerine getirilen düzenlemede bir üst sınır yok. O nedenle nasıl olsa enerji fiyatları 2 bin 500 sterlin ile sınırlandırıldı istediğim kadar kullanayım diye düşünmeyin. Faturalarınız birazdan aşağıda vereceğimiz birim fiyatları üzerinden hesaplanacak. Yine az enerji kullandığınızda az, çok kullandığınız yüksek fatura ödemeye devam edeceksiniz. Enerji birim fiyatlarına getirilen garanti iki yıl boyunca geçerli olacak.

Hükümetin yaptığı düzenlemede öne çıkan 2 bin 500 sterlin, faturasını otomatik talimat yoluyla (direct debit) ödeyen kullanıcıların ortalama yıllık enerji bedelinden başka bir şey değil. Bu düzenlemede belirleyici olan enerji birim fiyatı. Türk, Kürt ve Kıbrıslı Türk ve Alevilerin ağırlıklı olarak yaşadığı Londra’da gaz için belirlenen birim fiyatı kWh (kilovat saat) başına 10.50 peni, günlük tarife ücreti ise 28.49 peni. Elektrik tarifesi için belirlenen birim fiyatı kWh (kilovat saat) başına 35.81 peni ve günlük tarife ücreti 33.16 peni.

Başka Seçenek Var mı?

Geçen yıla göre hala çok pahalı olan bu tarifeler karşısında maalesef çok bir seçeneğiniz yok. Eğer kullandığınız enerji belirlenen ortalamanın altında ve anlaşmanız belirli bir süreyi kadar ise, mevcut tarifenizde kalacaksınız. Anlaşma sürenizin dolmasından itibaren ise enerji şirketinizin standart değişken tarifesine geçirileceksiniz. Bu tarifede 2 yıllık enerji düzenlemesine tabi olduğu için faturanız yukarıda verilen rakamlara göre hesaplanacak. Eğer mevcut anlaşmanızda tarife, getirilen düzenlemeden daha yüksek ise elektrik tarifenizde kWh (kilovat saat) başına 17 peni ve gazda kWh (kilovat saat) başına 4.2 peni indirim alacaksınız.

İşletmeler de bu düzenlemeden yararlanabilecek mi?

Son altı ay için de fahiş oranlarda artan gaz ve elektrik fiyatlarından sadece evler değil küçük ve orta ölçekli işletmeler de oldukça etkilendi. Artan maliyeti karşısında birçok işletme giderlerini azaltmak için kışın kapanmayı tartışmaya başladı. Bu tartışmaların kamuoyuna yansımasının ardından hükümet işletmeler için gaz ve elektrik fiyatlarını altı aylığına sabitledi. Kamu işletmeleri, okul ve vakıfları da kapsayan yeni düzenleme ile işyerlerinin faturaları aşağı yukarı %50 oranında aşağıya çekecilecek. İşletmeler için sadece altı ay için yapılan bu düzenleme üç ay sonra yeniden gözden geçirilecek.

Bu düzenlemenin maliyetini kim ödeyecek?

Hükümetin yaptığı bu düzenlemelerin bedeli ise enerji şirketlerine değil, halka ödettirilecek. Evleri ve işyerlerini kapsayan bu düzenlemenin tahmini bedeli 150 milyar sterlin. Hükümet bu faturayı; başta enerji şirketleri olmak üzere büyük sermayeden vergi yoluyla almak yerine borçlanarak karşılamayı tercih etti. Elbette Liz Truss ne kendisini ne de lideri olduğu Muhafazakar Hükümet’i değil kamuyu yani bizleri borçlandırdı. Toplumun en yoksulları en varlıklıların borcunu ödeyecek. Bugünden yarına ödenemeyecek kadar büyük olan bu borçlanma ile gelecek kuşakların geleceği ipotek altına alınmış oldu.

 

Geçmiş, ne kadar geçmiş?

Zamanı ölçmek için takvim, saat gibi bizim icat ettiğimiz araçlar kullanırız. Ama zamanı bize hissettiren şeyler bunlar değildir. Asıl zaman, tüm varlıklarda gördüğümüz değişim ve harekettedir. Çocukların büyümesine, mevsimlerin değişmesine, bir yerden bir yere giderken geçirdiğimiz süreye bakarak zaman diye bir şeyin varlığına karar vermişizdir. Değişim ve hareket yoksa, zaman da yoktur.

Bazen tarihte pek az şeyin değiştiğini, zamanın durduğunu düşündüren olaylarla karşılaşırız. “Tarih tekerrür ediyor” diyenler buna bakarlar. Tabii ki tekrar diye bir şey yoktur. Ama, lafın doğrusu, bazı şeyler değişmeden kalabiliyor, ya da öyle algılamamıza yol açacak kadar ağır değişiyor. Bu kadar felsefe yeter, sadede gelelim.

Görece yeni sayılabilecek bir kent müzesi, Museum of London, son derece ilginç bir sergi düzenledi. Londra’nın Gizli Nehirleri adını taşıyan bu sergide, görünürdeki Thames nehrinin dışında, caddelerin, sokakların altından akan nehirler hakkında bilgi veriliyor. Ayrıca aynı müzede o büyük ticaret ve sömürge canavarı Batı Hindistan Kumpanyası’nın tarihine ve zenginlik kaynaklarına ilişkin son derece ilginç malzemeler ve bilgiler sunuluyor. Museum of London Docklands, No.1 Warehouse, West India Quay, London E14 4AL adresindeki bu müzeyi, sömürgeciliğin, ticaretin ve gemicilik teknolojisinin sırlarını merak eden okuyucularımıza şiddetle tavsiye ederiz.

Gizli nehirlerin Londra kültür tarihindeki yerine bakınca, bazı geleneklerin ve alışkanlıkların değişmeden kaldığına ya da çok az değiştiğine tanıklık edebiliyoruz. Örneğin, Londralıların “klozet kültürü” hakkında öğrendiklerimiz çok çarpıcı. Temizlik konusunda titiz olanlar sergiyi mideleri bulanmadan gezemezler, uyarmış olalım. Londra’nın o zamanlar açıkta akan nehirleri, Thames dâhil kanalizasyon olarak kullanılıyordu ve kentin bütün pisliği açıkta akıyordu. Nehir, leşlerle, hatta bazen insan cesetleriyle karışmış lağım sular yüzünden dayanılmaz derecede pis kokuyordu. Londra’daki büyük veba salgınının sebebi olarak görülen bu pislik, yüzyıllar boyunca devam edip gitmiş.

Peki, sular böylesine kirliyken, insanlar nasıldı? Bir zamanlar, banyo yapmanın tehlikeli olduğuna çünkü zehirli havanın ruhlara girmesine sebep olduğu yolunda bir inanç varmış ve bu yüzden yılda en fazla bir kere yıkanılırmış!

Bu konuda Dr. Ali Erkan Balcı’nın söylediklerine kulak verelim:

“1500’lü yılların İngilteresi’ndeyiz. İnsanların çoğu Haziran’da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran’da hâlâ çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki ‘banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın’ (Don’t throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.”

Bugün hâlâ kimi evlerde lavabolarda sıcak ve soğuk muslukları ayrı ayrı akarlar ve lavaboya doldurulan suyla el yüz yıkanır. Belki hâlâ kimi Londralılar, bütün gün o suyu boşaltmadan ailece ellerini yüzlerini aynı suyla yıkıyordur!

Zaman, lavabolarda donmuş kalmış diye düşünmemek mümkün değil.

 

Ekim Grevlerle Başladı

Kraliçe 2. Elizabeth’in ölümü nedeniyle ertelenen grevler Ekim ile birlikte başladı. Grevleri erteleyen İletişim İşçileri Sendikası CWU ve Demir, Deniz ve Taşımacılık İşçileri Sendikası RMT, 1 Ekim’de koordineli olarak greve çıktı. CWU ve RMT sendikalarının koordineli olarak gerçekleştirdikleri grevlere UNITE sendikasında örgütlü otobüs şoförleri de dahil oldu.Ulaşım ve iletişim alanında greve çıkan işçiler grevlerini 19 Eylül’den itibaren grevde olan Liverpool ve Felixstowe liman işçilerinin grevleri ile birleştirdi. 1 Ekim de farklı iş kollarından yaklaşık 175 bin işçi grevdeydi. Aynı gün en az 50 ayrı şehirde de dayanışma eylemleri ve yürüyüşleri de gerçekleştirildi.

150 bin kamu çalışanı grev oylamasında

Kamu ve Ticari Sektör Sendikası PCS, örgütlü olduğu 214 devlet kurumunda grev oylaması başlattı. Ücret, emeklilik, iş güvencesi ve tazminat hakları talepleri ile yapılacak grev oylaması yaklaşık 150 bin kamu çalışanını kapsıyor. Sendikanın Genel Sekreteri Mark Serwotka’nın ifadesi ile bu oylama, “PCS’in tarihindeki en önemli grev oylaması.”

Serwotka üyelerinin durumunu ve grevin önemini “aldıkları ücret, giderlerini karşılamaya yetmediği için idaresinden sorumlu oldukları sosyal yardımlara kendileri de başvurmak zorunda kalıyor. Kimileri öğün atlarken kimileri de gıda bankalarına gitmek zorunda kalıyor” sözleri ile dile getirdi. 7 Kasım’da sona erecek grev oylamasının ‘evet’ ile sonuçlanması halinde grevlerle, limanlar, havaalanları, yollar, mahkemeler ve sosyal yardım kurumları gibi kurumlar işlemez hale getirilecek.

999 Acil Çağrı Merkezi Çalışanları da Greve Çıkıyor

BT bünyesinde çalışan 40 bin iletişim işçisinin başlattığı grevlere 999 Acil Çağrı Merkezi çalışanları da katılacak. Acil Çağrı Merkezi çalışanları BT bünyesinde Eylül ve 1 Ekim’de gerçekleşen grevlere sendikanın onayıyla katılmamıştı. Acil servislerin üzerinde baskı oluşturulmaması için grevlere dahil edilmeyen Acil Çağrı Merkezi çalışanları, BT yönetiminin sendikanın talep ettiği ücret artışını kabul etmemekte ısrar etmesi nedeniyle 6 Ekim’den itibaren yapılacak grevlerde yer alacak.

BT çalışanlarının ücretlerine yıllık bin 500 sterlin zam teklif ediyor. İşveren yaptığı zammı son 20 yılın en yüksek ücret artışı olarak nitelerken, sendika son 40 yılın rekorunu kıran enflasyon karşısında teklif edilen zammın, zam değil “gerçek ücretlerde kesinti” olduğunu vurguluyor. Eğer bir anlaşma sağlanamazsa Acil Çağrı Merkezi’ni 6, 10, 20 ve 24 Ekim’de arayanlar daha uzun bekleyecek.

Füze imalatı yapan işçiler de grev kararı aldı

Kuzey İrlanda’da füze üretimi yapan Thales firmasının çalışanları talep ettikleri zammı alabilmek için grev oylamasına gitti. UNITE Sendikasına üye 600 Thales çalışanı Ocak ayında işverene sundukları %8,1 oranındaki zammı alabilmek için grev kararı aldı. Aylardan beri haklarını almak için uğraşan işçiler, işverenin %5 artı bir sefere mahsus 500 sterlinlik teklifinde ısrar etmesi sonucu greve gitme kararı aldı. Dünyanın en karlı sektörlerinden biri olan silah üretimi yapan Thales her yıl artan karını çalışanları ile değil hissedarları ile paylaşmayı tercih ediyor. Geçen yıl %32 kar eden şirket, 1,4 milyon sterlinlik kârını hissedarları ile paylaşırken, çalışanlarına enflasyonun altında kalan zammı çok gördü. Çalışanlarının taleplerini görmezden gelen şirket geçen yıl Savunma Bakanlığı ilemilyonlarca sterlin değerinde iki kontrat imzaladı.

Otobüs şoförleri süresiz olarak kontak kapatıyor

Kuzey Londra’yı kapsayan tüm güzergâhlarda çalışan 2 bin şoför talep ettikleri ücret zammını almak için süresiz olarak kontak kapatma kararı aldı. UNITE Sendikasına üye olan otobüs şoförlerinin grevi 4 Ekim’de başladı. Bir kamu kuruluşu olan Alman Demiryolları (DeutscheBahn)’na ait olan Arriva otobüs işletmesi, işçilerin ücretlerinden kıstığı kârı Almanya’ya aktarıyor.

Süresiz grev, Kuzey Londra’daki sekiz otobüs garajını kapsıyor. Bu garajlar; Ash Grove, Barking, Clapton, Edmonton, Enfield, PalmersGreen, Tottenham ve Wood Green. Greve giden otobüs şoförleri, gerçek enflasyon oranında zam talep ediyor. Düşük ücretler ve artan hayat pahalılığı ile başa çıkabilmek için Londra dışında yaşamaya zorlandıklarına dikkat çeken otobüs şoförleri % 12.3 oranında ücret artışı talep ediyor. Arriva’nın teklif ettiği %11.2 zammı yeterli bulmayan şoförler, ücretlerine enflasyon oranında zam yapılmasını talep ediyor. Otobüs şoförlerinin süresiz, demiryolu çalışanlarının ise aralıklı olarak gerçekleştireceği grevler nedeniyle Londra’da ulaşım Ekim’de felç olabilir.

Arriva’nın Kent bölgesinde işlettiği otobüslerin şoförleri de aynı gerekçeyle 30 Eylül’den itibaren aralıklı olarak grevler gerçekleştirecek. Kent’te çalışan 600 otobüs şoförü gerçek enflasyon oranında zam alabilmek için 6, 7, 10 ve 11 Ekim’de de grevde olacak.

United Airlines çalışanlarından grev oylaması.

Heatrow Havaalanı’ndan Atlantik ötesi uçuşlar gerçekleştiren United Airlines çalışanları ücret artışı ve taşeronlaşmaya karşı grev oylaması başlattı. Heatrow Havaalanında, United Airlines’ın; işletme, müşteri hizmetleri ve bagaj taşıma işlerini yapan 300 sendikalı işçi; işverenin %5’lik grevde ısrar etmesi ve işçileri, taşeron işçi çalıştırmayı engelleyen anlaşmayı iptal etmekle tehdit etmesi nedeniyle grev oylaması başlattı. Üç ayı kapsayan çeyrek dönemde 329 milyon dolar kar eden havayolu, bariz bir şekilde hissedilen hayat pahalılığına karşı ücretlerde düşüş anlamı taşıyan, enflasyon oranının çok altındaki zamda ısrar ediyor. Eylül’de başlayan grev oylaması 11 Ekim’e kadar devam edecek. Bu süre içerisinde anlaşma sağlanamazsa greve çıkan işçilere United Airlines çalışanları da dahil olacak.

Heatrow Havaalanı’nda ki bir başka anlaşmazlık da American Airlines’da yaşanıyor. American Airlines çalışanlarının ücretlerinin iyileştirilmesi için başlattığı grev oylaması 30 Eylül’de sona erdi. UNITE Sendikası oylama da çıkma olasılığı hayli yüksek olan grevlerin tarihlerini Ekim için de duyuracak.

Liverpool liman işçileri bir kez daha tarih yazıyor

İngiltere’nin en büyük konteynır limanı olan Felixstowe’da çalışan bin 900 liman işçisinin 30 yıl aradan sonra limanlarda başlattığı grevi Liverpool liman işçileri devraldı. Birçok sendika Kraliçe 2. Elizabeth’in yası nedeniyle grevlerini iptal ederken, Liverpool Liman İşçileri, grevini Kraliçenin cenazesinin kaldırıldığı gün başlattı. Senede 700 milyon ton kargonun taşındığı limanın işçileri, hakkı olandan başka öneriye razı olmayacaklarını işverenin %8,3 oranındaki zammı ve bir sefere mahsus 750 sterlinlik teklifini geri çevirdi. Grevlerin devam ettiği iki hafta boyunca kararlılıkları, aldıkları destek daha da artan liman işçilerinin aldığı yeni grev kararına liman da çalışan kontrol odasının operatörleri de dahil olacak. Birçok limanda dayanışma için yüklerin boşaltılmaması, kamuoyundan giderek artan destek ve greve katılan işçilerin sayısındaki artış, liman işçilerine güç ve cesaret verirken işvereni derin kaygılara itiyor. İkinci grevlerine 11 Ekim de başlayacak Liverpool liman işçileri, grevi kesintisiz olarak bir hafta devam ettirecek.

Üniversitelerde yeni dönem grevlerle başladı.

İngiltere ve İskoçya’da birçok üniversitenin; ofis, temizlik, kütüphane, güvenlik ve mutfak çalışanları yeni öğretim yılını grevlerle başlattı. UNISON Sendikasına üye binlerce üniversite çalışanı adil ücret artışı talebiyle greve çıktı. Hayat pahalılığının ve enflasyonun rekor seviyelere çıkmasına rağmen üniversite çalışanlarına reva görülen zam %3. Sürekli olarak enflasyon altında zam dayatmasında bulunan üniversite yönetimine cevabı grevle veren çalışanlar enflasyon oranın %2 üzerinde zam talep ediyor. Eylül ayında başlayan grevler aralıklı olarak Ekim ayın da devam edecek.

26 Kolejde grev vardı

İngiltere’de eğitim veren 26 kolej, 26 Eylül’de 10 günlük grev sürecini başlattı. Birinci dönemin sonuna kadar her hafta yapılacak ikişer ve üçer günlük grevlerle 10 günü tamamlayacak olan üniversite çalışanları, tüm diğer greve çıkan işçiler gibi enflasyon oranında zam talep ediyor. Enflasyon oranının %12’ler üzerinde olduğu bilinmesine rağmen üniversite çalışanlarının%2.5 oranındaki zammı kabul etmesi bekleniyor. 2009’dan beri hep enflasyon oranı altında zam alan üniversite çalışanları yaşadıkları %35’lik ücret kayıplarına ve düşük ücretlere dikkat çekerek taleplerinin kabul edilmesini istiyor.

 

I Must Save Myself From The Queen!

İlkokul çocuklarının da bildiği gibi, bu topraklar üzerinde egemenlik süren taç sahipleri “İngiltere Kralı, ya da Kraliçesi” sayılabilmek için epey bedel ödemişlerdir. Tarihin tozlu sayfalarını karıştırdıkça, tozdan çok kral-kraliçe dökülür.

Masalların dünyasında kraliçeler genellikle kötü kalpli ve komplocudur. Buna karşılık prensesler, bir prens tarafından öpülene kadar iyi, güzel ama mutsuz tiplerdir. Masallar çoğu zaman halkın bilinçaltının karmaşası içinden hayatın doğrularını anlatır. Kraliçeler hakkındaki bu yorumun çok da yersiz olmadığını tarih de kabul eder.

Üzerinde ekmek peşinde koştuğumuz toprakların tarihinde boy göstermiş kraliçeler şöyle bir geçsinler bakalım hafızamızdan!

I.Elizabeth ( 1533 –1603), tarihi karmakarışık hale getiren ve pek çok kelle uçurmakla ünlü VIII. Henry’nin kızıydı. Aşırı derecede beyaz bir tenle doğduğu için, hayalet olduğu söylenerek öldürülmek istendi ancak annesi tarafından kurtarıldı. Elizabeth 3 yaşındayken, annesinin kafası, zina yaptığı gerekçesiyle babasının emriyle kesildi. Hayli korkunç ve karmaşık komplolar ve iç savaşlar sonunda kraliçe oldu. Hiç evlenmediği için –ki bu konuda rivayet muhtelif- “Bakire Kraliçe” olarak tarihe geçti.

Yaşadığımız krallığın bir diğer kraliçesi I.Anne (1665 – 1714),bir beceriksiz olarak yazılmıştır tozlu sayfalara. Siyasi bakımdan oldukça başarısız, yakışıklı Danimarka Prensi olan kocasından başka dostu olmayan ve babası Katolik olduğu halde amcasının etkisiyle Protestanlığı seçecek kadar da iradesiz bir kadınmış. Bir de acıklı annelik hikâyesi var. Tam 18 kere doğurmuş ama çocuklarının hepsi ölmüş.

Kraliçe namıyla hüküm süren, iktidar sahibi olan kadınların en ünlüsü ve müthiş emperyalist çağın başlangıcını temsil eden Victoria’dır. “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” büyük ölçüde onun zamanında yükselmiştir. Sömürge halklar üzerindeki baskı ve zulmün ölçüsü, imparatorluğunun dünyasından daha büyüktü. Onu ve çağını anlatmak bizim sayfalarımızın boyunu çok aşar. Heykellerine bakarken elinde tuttuğu küreye dikkat etsek anlarız, nasıl bir iktidarın tepesinde oturduğunu.

18 yaşında tahta çıktı. Kuzeni Prens Albert’la evlendi. Biliyoruz ki, krallarla evlenen kadınlar kraliçe olur ama kraliçelerle evlenen erkekler kral olmaz. Kocası hep “Prens Albert” olarak kaldı, Kraliçeye 9 çocuk doğurttu ve Kraliçe 42 yaşındayken öldü. Bu yüzden hep siyahlar içinde gezen Victoria, İmparatorluğun iç ve dış politikalarında belirleyici bir rol oynadı. Geleneksel İngiliz muhafazakârlığı onun zamanında egemen siyaset olmanın da ötesinde toplumsal bir kültür halini aldı. “Tutuculuk” ve “Victorian ahlak” özellikle kadınların hayatını cendereye almak için eşsiz bir yol gösterici haline geldi. Simsiyah giysiler içindeki yaslı ve insanlığa küsmüş kadın, önce ve ağırlıkla kadınların hayatını zehir eden kuralların yaratılmasına ve egemen kılınmasına öncülük etti.

Gelelim son Kraliçe’ye. II.Elizabeth, Victoria’nın kraliçelik süresi rekorunu kırdı ve böylece tarihe geçti. Başka da bir marifeti görülmedi. İngiltere’nin inişe geçtiği dönemin Kraliçesi olduğu için adını zafer masalları, büyük iktidar başarıları süslemiyor. Kraliçe olması da oldukça alengirli bir saray mizanseninin sonucu olmuştu. Babası öldükten sonra kral olması gereken amcası, Hitler hayranı bir kadına âşıktı ve kendisi de Nazizm’e yakın görüşler taşıyordu. O dönemde İngiltere’nin önde gelen düşmanına hayran birinin kral olması, yine bir başka Hitler hayranının da onun yanında kraliçe olması sarayın kıdemli derin güçleri tarafından yakışıksız bulundu. Halka açıklanan gerekçede, “soylu olmayan bir kadına âşık olması dolayısıyla tahttan feragat ettiği” söylendi, ite-kaka saraydan kovulduğu gizlendi. Aldı sevgilisini gitti ülkeden ve Elizabeth böylece kraliçe oldu.

Kraliçelerin tarihi, barbar kralların tarihiyle başlar. Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde ortaya çıkan ve köleciliğe son vererek feodal çağın başlamasına yol açan barbarlar, esas olarak savaşta ustalaşmış, kıyıcılıkta sınır tanımayan şefler öncülüğünde Avrupa’ya yayıldılar. Şefler güçlendikçe egemenliğin babadan oğla geçmesi âdetini getirdiler ve başlarına birer taç geçirdiler. Roma yıkıldıktan sonra Avrupa’da ve her zaman kendisini Avrupa’nın dışında gören İngiltere’de barbarlıktan gelen krallar ve onlara bağlı daha küçük boyda barbar şefler, yeni adlarıyla kontlar, lortlar, senyörler falan egemen oldular ve “asiller” tabakasını oluşturdular. Astığı astık, kestiği kestik kralların vahşetinin kökeninde yağmacı barbarlık vardır. Bu yüzden de, doğuşundan günümüze kadar halk yığınlarının özgürlük ve kendilerini yönetme talepleri daima onların değişmez düşmanlıklarının hedefi olmuştur.

Bütün masalsı süslerine, halkların bilinçaltına kazıdıkları yücelik ve yenilmezlik görüntüsüne karşın tarihi bakımdan çoktan ömürlerini tüketmiş hortlaklar gibi yaşıyorlar. Kokmaya başlamış cesetlerini layık oldukları yere gömme zamanı gelmiş de geçiyor.

Şimdi o ünlü marşta söylendiğinin aksine, kitlelerin haykırması gereken şarkı, “God Save The Queen” değil, “God save me from the queen”, ya da daha iyisi, “I must save myself from the queen” olmalıdır.

 

Kara lekeli saatin esrarı

Yeryüzünün bütün tarihi kentleri gibi, Londra da gizli köşelerinde çözülmeyi bekleyen sırlar saklar. Bunlar binaların, anıtların, cadde ya da sokakların içinde gizlenip kaybolmuş, yalnızca dikkatli ve meraklı gözlerin bulup hikâyelerini araştıracağı simgeler, işaretler ya da yazılardır. Ya da yalnızca küçük bir taş parçası, duvara çakılmış bir çividir.

Bugün hikâyesini anlatacağımız şey sadece küçük bir kara nokta. Evet, kocaman bir saatin tam 2 rakamına denk gelen yerinde, uzaktan sinek pislemiş gibi görünen, bir hata ya da ihmal sonucu orada kalmış gibi görünen kara bir leke…

Gazetemiz yazarlarından Bahattin Yadırgı, yukarıda sözünü ettiğimiz gizem avcılarından biridir. Meraklı gözleri fıldır fıldır kıyı köşe dolaşıp bize küçük görünen, ama aslında büyük tarihsel olaylardan birini anımsatma görevi üstlenmiş olan işaretleri bulup getirir. Saatin üzerindeki kara benek onun buluşu. Hikâyesini anlatmak da bize düştü.

İngiliz Devrimi, bir kralın kellesini kesen ilk devrimdir. Fransız Devrimi’nden yaklaşık 150 yıl önce, bir kralın kafasının kesilebileceğini kanıtlayan İngilizlerdir. Cromwell, I. Charles’ı alaşağı ettikten sonra kral yargılanır ve idama mahkûm edilir. İnfaz, 1649’da Whitehall’daki The Banqueting House’da gerçekleşir. Kalabalık bir halk topluluğu, yüzlerce yıl belleklerinde yer edecek bu büyük olayı izler. İnfazın gerçekleştiği binanın tam karşısında Horse Guards binası bulunmaktadır. Atlı Muhafızlar Kulesi… İşte hikâyesini anlattığımız saat, bu kulenin üzerindedir.

Siyah işaret ise, idamın gerçekleştiği öğleden sonra saat 2’yi göstermektedir ve bu Charles’ın kafasının kesildiği saattir.

Cromwell Devrimi, Monarşiyi yıkıp yerine parlamenter rejimi kurdu, ama mücadele 1649’da bitmedi. Kralcılar yeniden güç topladılar ve Cromwell’in ölümünden sonra ortaya çıkan siyasal boşluğu fırsat bilip yeniden 1660 yılında iktidarı ele geçirdiler. Yeni kral, I. Charles’ın oğlu II. Charles, babasını idama mahkum eden yargıçlardan ve Cromwell’den hesap sormak üzerde harekete geçti. Cromwell’i ve mezarı bilinen bir yargıcı yattıkları yerden kaldırıp cesetlerin kafalarını kesti. Bu ölümden sonra idam da, kulenin tam dibindeki meydanda gerçekleştirildi.

İşte, bir saatin üzerindeki bu küçük kara benek, çok önemli bir tarihsel kesitin en kanlı anılarını üzerinde taşıyor. Bakmadan geçmeyin.