13.8 C
Los Angeles
Perşembe, Nisan 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 68

Kazıcılar’ın Onurlu Anısı Yaşıyor

0

Yağmurlu bir günde, Gerçek Gazetesi Araştırma ve İnceleme Ekibi, Manchester ile Liverpool arasındaki küçük bir kasabaya gitti. Wigan, Londra’ya 3-3,5 saat mesafede, ilk bakışta herhangi bir özelliği olmayan küçük bir kasaba. Bir zamanlar şehir, yünlü kumaş ve keten üretimi merkezi olarak biliniyordu. Sakinlerinin birçoğu, dokumacılıkla ve kumaş ticaretiyle geçiniyor ve tarihte önemli iz bırakacaklarına dair herhangi bir işaret vermiyorlardı.

Ancak tarihin tozlu sayfalarından çıkıp gelen bir isim, burayı eşit ve özgür bir dünya için mücadele edenler için önemli ve çekici kılıyor.

İngiltere’nin tarihinde ilk kez tarımda komünizm düşüncesini ileri süren ve bu uğurda binlerce köylüyü seferber eden Gerrard Winstanley,10 Ekim 1609’da burada doğdu. Winstanley, çağımızda İngiliz tarım komünistleri grubunun lideri ve kuramcısı olarak anılıyor.

Winstanley, 20 yaşında Londra’ya gelmiş, bir kumaş tüccarının yanında çıraklık yapmaya başlamıştı. Çevresinde dindar ve namuslu bir insan olarak tanınıyordu. Cromwell Devrimi sırasında, parlamentonun güçlü bir destekçisiydi, ancak iç savaş işlerini kötü etkiledi ve iflas etti. Zaten, uzunca bir süredir, ticaretin bir sapkınlık, ahlaksızlık olduğunu düşünüyordu. İç Savaş sırasında oluşan ve Cromwell’den daha radikal fikirler savunan Eşitlikçiler Partisiyle birlikte hareket etti. Bu parti, tüm yetişkin erkekler için oy hakkı, her yıl yeni bir seçim, tam din özgürlüğü, kitap ve gazetelerin sansürüne son verilmesi, monarşinin ve Lordlar Kamarası’nın kaldırılması, jüri tarafından yargılanma, az kazanandan az vergi alınması gibi talepler ileri sürüyordu. Ancak Winstanley bu taleplerin yetersiz ve göz boyayıcı olduğunu düşünüyordu.

10 Nisan’da 1646 Winstanley, beş erkek ve iki kadınla birlikte, atık toprağı kazdıkları, turba ve çim aldıkları için, Cobham manastırında para cezasına çarptırıldılar. İki yıl sonra Winstanley, dört kitapçık yayınladı. Bunlar, Tanrının ve İsa’nın insanlardan farklı ve göklerde olduklarını ileri süren Hıristiyanlık dogmalarını eleştiriyorlardı. Winstanley, Tanrı’nın “insanın içindeki ruh” olduğunu ileri sürüyordu. Winstanley daha sonra İncil’in “Bir yaratığı koruyarak başka bir şeyi yok etmeyin … ama bütün yaratılışı göz önünde bulundurun, ve her yaratığı bir araya getirin, her yaratığı kardeşliğin bir üyesi haline getirin” sözlerine vurgu yaparak kiliseden ayrı bir din anlayışı ileri sürdü. Ekim 1648’de Winstanley’nin arkadaşı William Everard tutuklandı. “Tanrı’yı, Mesih’i, Kutsal Yazılarını ve dualarını inkâr etmek”le suçlandı. Gerrard Winstanley giderek daha radikalleşti ve tüm toprağın topluma ait olduğunu ileri sürdü. Ocak 1649’da Yeni Doğruluk Yasası’nı yayınladı. Broşürde şöyle yazmıştı: “Başlangıçta Tanrı yeryüzünü yarattı. Başlangıçta, bir insanlığın bir kısmının bir başkasına hükmetmesi gerektiğini söyleyen tek bir kelime bile konuşulmadı.”

Winstanley, kutsal kitapların zenginliği suç olarak gördüğünü ileri sürüyordu. Yoksulların ise zenginliği desteklemelerinin de eleştirilmesi gerektiğine işaret ediyordu. “Özel mülkiyet ve yoksulluk, eşitsizlik ve sömürü, sadece zenginler tarafından değil, aynı zamanda onlar için çalışanlar tarafından da sürdürülmüştür.” Winstanley, eğer eşitsizliğe karşı eylemde bulunmamışlarsa, Tanrı’nın fakirleri de cezalandıracağını söylüyordu: “Bu yüzden yeryüzünün tozu gibi, ayak altında sürünüyorsun … Alnınızın teri ile aldığınız ekmeği kendi başınıza yiyin. Aksi taktirde Tanarı seni kınar ve zenginlerle birlikte yok olursun. ”

1649’da 1 Nisan Pazar günü, , Winstanley, William Everard ve yaklaşık 30 ya da 40 kadın ve erkekten oluşan küçük bir grup, Walton Bölgesi’ndeki St. George’s Tepesi’ndeki arazileri kazmaya ve ekmeye başladı. Çoğunlukla emekçi erkekler ve aileleriydi ve beş bin kişinin de onlara katılacağını bekliyorlardı. Havuç ve fasulye ektiler. Sonraki birkaç ay içinde farklı bölgelerde binlerce köyü onlara katıldı. Topluluk, Diggers olarak adlandırıldı. Sloganları, “Yeryüzü herkes için ortak bir hazinedir” idi.

Winstanley düşüncelerini, “The True Levellers Standard Advanced” (1649) adlı manifestoda açıkladı. Birlikte ekilip biçilen ürün her ailenin elbirliğiyle ahırlara ve depolara taşındı. Ve herhangi bir aile mısır ya da başka bir ürüne ihtiyaç duyduğunda, depolardan parasız alabiliyordu. Eğer yazın tarlalara ya da kışın ortak ahırlara gitmek için bir at gerekirse, depo bekçilerinden parasız alırlar ve yolculuk sonunda ya da işleri bittiğinde geri getirirlerdi.

Winstanley, “Su, uzun süre aynı yerde beklediğinde bozulur; akan su ise tatlıdır ve ortak kullanıma uygundur. İktidar da öyledir. Bu yüzden görevli her memur her yıl seçimle yenilenmelidir. Kamu görevlileri yargılama yerinde uzun süre kaldıklarında, insanlığın kalbi, gurur ve zafer bulutları ile kararır; alçakgönüllülük, dürüstlük ve kardeşlik bozulur.” Yerel toprak sahipleri bu gelişmelerden çok rahatsız olmuşlardı. “Kazıcılar” defalarca saldırıya uğradılar. Oliver Cromwell de, Diggers’in eylemlerini kınadı.

Nihayet, 1649 yılının Haziran ayında Cromwell’in yakın adamlarından General Fairfax, zor kullanarak Diggers’ın eylemini kırdı. Bir yıl içinde İngiltere’deki tüm Digger toplulukları silinmişti. George’s Hill’deki son son altı hane 19 Nisan’da 1650’de yakıldı. Anaların ve çocukların çığlıklarına aldırmadan sopalarla dövdüler ve bir kadın bebeğini düşürdü.

Winstanley’in en tanınmış eseri olan Özgürlük Hukuku, 1652 Şubat ayında kazma deneylerinin çöküşünü müteakip yirmi aylık sessizlikten sonra yayınlandı. Oliver Cromwell’e seslenerek şöyle diyordu: “Ve şimdi toprağın gücüne sahipsin! Bu iki şeyden birini yapmalısın. Birincisi, ya toprakları, size yardım edenlere ve askerle dağıtacaksın; böylece Kutsal Yazıların ve kendi şanınızın emrini yerine getirecek ve hak ettiğin şerefe sahip olacaksın. Ya da ikincisi, sadece Kralın gücünü elinden almış olacaksın ve eski yasaları uygulamaya devam edeceksin! ”

19. yüzyılda Eduard Bernstein ve Karl Kautsky gibi Marksist yazarlar Winstanley’nin bu broşürde sosyalist bir düzen için eksiksiz bir çerçeve sağladığını iddia etmişlerdir. The Common People’ın (1984) yazarı John F. Harrison şöyle demiştir: “Winstanley solun panteonunda öncü bir komünist olarak onurlandırılmıştır.”

Gerrard Winstanley, 10 Eylül 1676’da öldü. Her yıl Wigan’da düzenlenen festival, onun özlemlerini paylaşanları bir araya getiriyor.

 

Kilise aleyhtarı hareket

MUHABİRİMİZ KARL MARX, HYDE PARK’TAN BİLDİRİYOR
LONDRA, 25 HAZİRAN 1855

Dinsel baskı araçlarından biri olan ve tüm halk eğlence yerlerini, pazar günü akşam saat 6-10 arası dışında kapatan Bira Yasası (Beerbill)’na karşı, Hyde Park’ta büyük bir halk gösterisi düzenlendi. Karl Marx, gösteriyi başından sonuna kadar izledi ve izlenimlerini bizimle paylaştı.

Bu yasa Londra’nın büyük bira satıcılarına yıllık kazanç vergisi sisteminin, yani büyük sermayeler tekelinin korunacağına ilişkin güvence vererek onların desteğini almasından sonra çıkarıldı. Bu yeni dinsel zorlayıcı önlem için büyük sermayenin oyu sağlanmıştı, çünkü pazar günleri dükkânlarını açanlar yalnız küçük esnaftır ve büyük mağazalar, pazar günleri, küçük dükkâncıların rekabetini parlamenter yoldan kaldırmaya tamamen hazırdılar.

Her iki durumda da kilisenin tekelci sermaye ile ortak komplosu var, ama her iki durumda da ayrıcalıklı sınıfların vicdanlarını rahatsız etmemek için alt sınıflara karşı dinsel ceza yasaları var. Beerbill, aristokrat kulüplerine nasıl dokunmuyorsa, Sunday Trading Bill de seçkinlerin pazar uğraşlarına dokunmuyor. İşçi sınıfı ücretini cumartesi akşamı geç saatte alır; öyleyse pazar günkü alış-veriş yalnızca onun için söz konusudur. Yalnızca o, küçük alışverişlerini pazar günü yapmak zorundadır. Demek ki, yeni yasa, yalnızca ona karşı yöneltilmiştir.

Büyük bira sanayicilerinin ve tekelci büyük tüccarların iğrenç hesaplarıyla desteklenen kokuşmuş, ve zevk düşkünü bir aristokrasiyle kilisenin bu ittifakı, dün Hyde Park’ta, “Avrupa’nın ilk centilmeni” 4. George’un ölümünden beri Londra’nın görmediği bir kitle gösterisine neden oldu.

Pazar ticareti üzerindeki yasanın öncüsü olan Lord Robert Grosvenor, yasasının zengin sınıflara karşı değil, yalnızca yoksul sınıflara karşı yöneltildiği itirazına şöyle yanıt vermişti: “Aristokrasi hizmetçilerini ve atlarını pazar günleri çalıştırmaktan büyük ölçüde sakınıyor.”

Geçen haftanın son günlerinde Londra’nın bütün duvarlarında, büyük harflerle basılmış ve kaynağını Çartistlerden alan aşağıdaki afişi görmek olanaklıydı:

“Yoksul halkın şimdilik hâlâ yararlanabildiği gazeteler, berberi, tütünü, içkiler ve yemekleri ve vücudun ya da aklın her çeşit besinlerini ve eğlencelerini pazar günleri ortadan kaldırmak amacıyla yeni pazar yasası çıkarılıyor. Başkentin zanaatçılarının, işçilerinin ve aşağı sınıfların katılacağı bir açık hava mitingi pazar günü öğleden sonra Hyde Park’ta yapılacaktır; miting aristokrasinin hangi dinsel kafayla dua ve dinlenme gününe riayet ettiğini ve bugün hizmetlilerin ve atlarını çalıştırma konusunda ne kadar titiz olduğunu görmek için, Lord Rober Grosvenor’un söylevindeki iddiaları da görmek için yapılacaktır. Miting saat 3’te Kensington bahçelerinin yanında Serpentine’in (Hyde Park’ta küçük bir göl) sağ yakasında olacaktır. Gelin! Ve karılarınızı ve ailelerinizi de birlikte getirin! Gelsinler ki “üstlerinin” kendilerine verdikleri örnekten yararlansınlar!”

Longchap Paris sosyetesi için ne ise, Hyde Park’ın Serpentine’i izleyen yolu, İngiliz yüksek sosyetesi için odur. Üyelerinin öğleden sonra özellikle pazar günleri, lüks arabalarını ve tuvaletlerini, uşak sürüleri tarafından izlenen süslü koşum takımlı görkemli atlarını ve arabalarını gösterdikleri yerdir. Yukarıdaki afişin metninden papaz egemenliğine karşı savaşımın İngiltere’deki bütün ciddi savaşımların niteliğini, yoksulun zengine karşı, halkın aristokrasiye karşı, “aşağı” durumdaki insanların “yukarı” durumdakilere karşı bir sınıf savaşımı niteliği aldığı görülüyor.

Saat 3’te, yaklaşık 50.000 kişi belirtilen yerde, Serpentine’in sağ yakasında, Hyde Pak’ın geniş çimleri üzerinde toplanmışlardı ve sol yakadan da insanlar gelince, bu 50.000, yavaş yavaş en az 200.000 oldu. Bir noktadan bir başka noktaya itilen küçük kümelenmeler görülüyordu. Oraya gönderilmiş çok sayıda polis memuru, açıkça, mitingin düzenleyicilerinin ellerinden, Arşimet’in dünyayı kaldırmak için istediği, sağlam bir dayanak noktası olmaya çalışıyorlardı.

Sonunda daha önemli bir grup yerini aldı ve grubun ortasında yüksekçe bir yerde Çartist Bligh başkanlığa yerleşti. Söylevine henüz başlamıştı ki, havada coplar sallayan 40 polis memurunu başında polis müfettişi Banks, ona, parkın, krallığın özel mülkü olduğunu ve burada bir miting yapma hakkı bulunmadığını bildirdi. Bligh parkın kamu mülkiyetinde olduğunu kanıtlamaya çalıştı ve Banks, Bligh’e kararında diretirse onu tutuklama emri bulunduğu yanıtını verdi; karşılıklı birkaç konuşmadan sonra, çevredeki kalabalığın korkunç bağrışmaları arasında Bligh şöyle bağırdı:

“Majestenin polisi, Hyde Park’ın krallığın bir özel mülkü olduğunu ve majestenin arazisini, mitinglerini yapsın diye halka ödünç vermek istemediğini bildiriyor. Öyleyse biz de Oxford Market’e gidelim.”

Ve alaycı “God save the Queen!” çığlığıyla grup Oxford Market yönünde dağıldı.

Ama bu sırada, Çartist merkez komitesi üyesi Finlen uzakta bulunan bir ağaca doğru koşmuştu, kitleler onu izledi, göz açıp kapayıncaya kadar çevresini o kadar sık ve o kadar yoğun bir biçimde sardılar ki, polis ona ulaşma girişiminden vazgeçti.

Haftanın altı günü eziliyoruz, parlamento da yedinci gün sahip olduğumuz birazcık özgürlüğü bizden çalmak istiyor. İkiyüzlülükle gözlerini sağa sola çeviren papazlarla birleşen oligarşinin bu adamları ve bu kapitalistler, Kırım’da kurban edilen halk çocuklarının dine aykırı cinayetinin kefaretini ödemek için kendilerine değil de bize ceza vermek istiyorlar.

Bu gruptan, bir başka bir gruba gitmek için ayrıldık; diğerinde bir konuşmacı, boylu boyunca yere uzanmıştı ve kendini dinleyenlere bu yatay durumda söylev veriyordu. Birden her yandan “Yola, arabalara!” çığlığı duyuldu. Bu arada ekiplere ve binicilere küfürler yağmaya başlamıştı bile. Kentten durmadan takviye alan polisler gezinenleri yoldan kovdular. Böylelikle Apsleyhouse Rotten Row’dan başlayıp, Serpentine’in aktığı yönün tersine giderek, Kensington Gardens’a kadar, yolun iki yanında insanlardan meydana gelmiş çeyrek fersahtan daha uzun iki yoğun çitin oluşmasına katkıda bulundular.

Seyircilerin yaklaşık üçte ikisi işçilerden, üçte-bir orta sınıftan oluşuyordu ve her iki kesim de kadınlı çocukluydu. Zoraki aktörler, yakışıklı baylar ve zarif bayanlar, “Avam ve Lordlar kamaralarının milletvekilleri”, şurada burada, Porto şarabıyla ısınmış, atlar üzerinde belli yaşta beyler, bu kez resmi geçitten geçmiyorlardı. Dayaktan geçiriliyorlardı. Kısa bir süre sonra bütün alaycı, kışkırtıcı ve kulağa hoş gelmeyen bir çığlıklar kasırgasının altında kaldılar; üstelik İngilizce, bu terbiyesiz sözler bakamından, bütün dillerden daha zengindir. Konser irticalen ortaya çıktığı için müzik enstrümansızdı.

Dolaysıyla koro kendi organlarından yararlanmak ve vokal müzikle yetinmek zorundaydı. Ve konser, bir homurdanmalar, tıslamalar, ıslıklar, gürlemeler, mırıldanmalar, sızıldanmalar, cıvıltılar, havlamalar, inlemeler, gıcırdamalar konseriydi. İnsanları deli edecek, ölüleri uyandıracak bir müzik. Buna garip bir biçimde, gerçek eski-İngiliz nüktesinin ve uzun süre devamlı kaynayan kızgınlığın patlamaları karışıyordu. “Go to church!” sesi, ayırt edilebilen tek sözdü. Bir leydi, yatıştırma imi olarak, arabasının kapısından dinsel esaslara uygun bir biçimde ciltlenmiş bir Prayer Book (Dua Kitabı) uzattı. Binlerce ağızdan yıldırım gibi gürleyen biri yanıt aldı: “Give it to read to your horses!”(Onu okuması için atlarınıza verin!)

Atlar ürkünce, şaha kalkıyorlar, ölümcül bir tehlike zarif yüklerini tehdit edince gemi azıya alıyorlardı, şakalar daha gürültülü, daha tehdit edici, daha acımasız oluyordu. Aralarında özel konsey bakanının ve başkanın eşi kontes Granville de bulunan soylu lortlar ve leydiler arabalarından inmek ve kendi ayaklarını kullanmak zorunda kaldılar. Kostümler, özellikle geniş kenarlı şapkalar, inancını açıkça belirtmeye özgü duruşlarıyla açığa vuran belirli yaştaki centilmenler atlar üzerinde geçtiğinde, bütün öfkeli bağırtılar, buyrukla yatıştırılamayan bir kahkahaya boğuluyordu. Bu centilmenlerden biri, sabrını yitirdi. Mefistofeles gibi uygun olmayan bir hareket yaptı; düşmana dilini çıkardı. “He is a wordcatcher! A parliamentary man! He fights with his own weapons!’ (“Bu bir geveze! Bir parlamenter! Kendi silahlarıyla savaşıyor!”), bu çığlık yolun bir yanından yükseldi. “He is a saint! he is psalm singing!’ (“Bu bir aziz! İlahi okuyor!”) Karşı tarafın karşılığı da böyle oldu.

Bu arada başkentin elektrikli telgrafı bütün polis karakollarına Hyde Park’ta bir karışıklığın hazırlandığını duyurmuş ve onlara olay yerine gitmeleri emrini verişti. Bu yüzden, Apsleyhouse’dan Kensington Gardens’a iki insan çiti arasından sırayla geçen polis takımları kısa aralıklarla birbirlerini izliyorlar, her seferinde şu halk şarkısıyla karşılanıyorlardı:

“Where are gone the geese? Ask the police! “(Kazlar nereye gitti? Onu polise sorun siz!)

Bu da, yakınlarda, Clerkenwell’de bir polis memuru tarafından işlenmiş herkesçe bilinen bir kaz hırsızlığını ima ediyordu. Bu skandal üç saat sürdü. Yalnızca İngiliz ciğerleri böyle bir güç gösterisi yapabilirler. Göster’ sırasında değişik gruplardan şöyle sözler duyuluyordu: “Bu daha başlangıç!”, “Bu ilk adımdır!”, “Onlardan nefret ediyoruz!”, vb.. İşçilerin yüzlerinde kızgınlık okunabilirken, orta sınıftan insanların yüzlerinde daha önce hiçbir zaman bu kadar hoşnut, bu kadar tatmin olmuş gülüş görmemiştik.

Sondan biraz önce gösterinin şiddeti arttı. Arabalar yönünde sopalar sallandı ve uyumsuz sesler ” You rascals!’ (“Alçaklar!”) ünlemi biçimine dönüştü. Üç saat süresince erkekli kadınlı Çartistler, kalabalığı dolaşıp bildiriler dağıttılar; bildiride büyük harflerle şunlar yazılıydı: “Çartizmin yeniden örgütlendirilmesi! Başkentte çartizmin yeniden örgütlendirilmesi için yapılacak bir konferansa delegeler seçmek üzere, gelecek salı günü 26 Haziranda, Friar Street’te, Doktor Common’un edebi ve bilimsel enstitüsünde büyük bir halk mitingi yapılacaktır. Giriş serbesttir.”

Londra basını bugün genellikle Hyde Park olaylarının ancak kısa bir raporunu veriyor. Lord Palmerston’un Morning Post’u dışında henüz başyazı yok. “Son derece utanç verici ve tehlikeli bir temsil, diyor, Hyde Park’ta geçti, yasanın ve geleneklerin açık bir ihlali -yasama gücünün serbest işlemesine fiziki gücü müdahale ettirmek için yasadışı bir girişimdi. Tehdidi yapıldığı gibi, aynı sahne gelecek Pazar yinelenmemelidir.”

Ama aynı zamanda şu Lord Grosvenor “fanatiğini” karışıklığın tek “sorumlusu” olarak niteliyor ve “halkın haklı öfkesine” neden olduğunu belirtiyor. Sanki parlamento, Lord Grosvenor’un yasasını üç müzakerede kabul etmemiş gibi! Yoksa o da mı “yasama gücünün serbest işleyişi üzerine baskı yapmak için fiziki güç” kullanmış?

Hyde_Park_Demonstration_1866.jpg

Resim altı:

An account by Karl Marx of a demonstration in Hyde Park, London, against a proposed ban on Sunday trading on June 24, 1855.

 

Köle Taciri Bilgin

Gazetemizin geçen ayki sayısında, küçük bir haber vardı. British Museum direktörü Hartwig Fischer müzenin “kurucu babası” olarak tanımlanan köle tüccarı Sir Hans Sloane’nin de büstünün kaldırıldığını açıklamıştı. Sebep, kaldırdı. Kurumun direktörü Hartwig Fischer, Sir Hans Sloane’nin büstünün, güvenli bir bölüme yerleştirildiğini söylemişti. Güvenli bölüm, Sloane’in çalışmalarının ve koleksiyonlarının sergilendiği arkalarda bir odaydı. Muhteşeme müzenin ziyaretçilerin ilgisinden oldukça uzak bu bölümü ancak meraklı araştırmacılar görebilirdi, herhalde onlar da “bu köle tüccarının burada ne işi var” demezlerdi!

Sir Sloane, çağının önemli bir fizikçisi, botanikçi ve araştırmacısıydı. Aynı zamanda British Museum’un da gerçek anlamda babası idi. Bunlardan vakit bulabildiği zaman, köle ticaretiyle uğraşıyordu.

Sir Hans Sloane, 1687’de Jamaika’ya ziyaret gitti ve adadaki çeşitli bitki ve hayvan örneklerini topladı. Biliyoruz ki, İngiliz soyluları ve denizaşırı tüccarları, Darwin’den çok önce yeryüzünün bu özel zenginliğine ilgi duymuş, örnekler toplayarak üzerinde düşünmüşlerdi. Sloane da onlardan biriydi. Bu ziyaretlerden birinde kakao ve suyla yapılan yerel içkiyi tattı ve mide bulandırıcı buldu. İçeceği daha lezzetli hale getirmeye çalıştı ve sonunda kakaoyu süt ve şekerle karıştırmayı denedi. Sonuç mükemmeldi! Bu buluş İngiltere’de hızla yayıldı. Kısa süre sonra Whites of Greek St, Soho ve Nicolas Sanders gibi yerlerde Sir Hans Sloane’nin Sütlü İçme Çikolatasını satan kafeler kuruldu. Fırsatı ilk değerlendirenlerden William III, HAMPTON COURT PALACE’de bir çikolata mutfağı inşa etti. Çikolatacısı Thomas Tosier, her sabah bir fincan sıcak çikolata hazırlıyordu. Günümüzde, Sloane markası, hâlâ revaçtadır.

Jamaika’da geçirdiği yıllardan sonra da pek çok obje toplamaya devam etti. Sonunda biriken eşyaları depolamak için kendi evinin yanındaki evleri de satın aldı. Daha sonra daha büyük bir eve taşınmaya karar verdi ve Chelsea Manor ile Chelsea’yi satın aldı. Koleksiyonu o kadar büyüktü ki, hükümetle 3 koşulda koleksiyonu devlete verecek bir anlaşma yaptı: Her iki kızı da 10.000 sterlinlik bir çeyiz alacaktı Koleksiyon Londra’da kalacaktı Giriş halka ücretsiz olacaktı. Bu anlaşmaya göre, ölümünden kısa süre sonra koleksiyonunu barındırmak için British Museum kuruldu. Sonunda İNGİLİZ KÜTÜPHANESİ ve DOĞAL TARİH MÜZESİ de Sloane Koleksiyonunun bir parçası olarak doğdu.

Evet, o köle ticareti yapan bir şirketin hissedarlarındandı. British Museum, kurucusunu bugün tarihin arka odasına göndermekle, ırkçılığa güçlü bir tepki gösteren halka karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir. Onun bu lekeli geçmişine rağmen, sıcak çikolatalarımızı keyifle içmeye devam edebiliriz.

Köle ticareti, günümüz ahlak ölçüleri bakımından bir alçaklıktır. Fakat unutulmamalı ki, o çağlarda bu “iş”, herhangi bir ticaretten farklı görülmüyordu. Hatırlayalım, Fransız Aydınlanması’nın büyük filozofu, büyük hümanist Voltair de bir köle ticaret şirketinin hissedarlarındandı!

 

İlk emperyalist tekelin anası: köle ticareti

İlk İngiliz köle tüccarı John Hawkins’dir. 1562’de köle toplamak için Afrika’da ilk yolculuğuna çıktı ve üç yılda üç sefer yaptı. İlk kölelerini St. Domingo’da sattı.

O zamanlara kadar İngiliz tüccarların Afrika’ya ilgisi, köle ticaretinden çok fildişi, altın, baharat, boya hammaddesi gibi mallara yönelikti. Bunların yanı sıra, Afrika’nın Batı kıyısında koloniler kurmak resmi politikaydı. Batı Kıyısında, özellikle Portekiz, Hollanda, Danimarka ve İsveç gibi diğer Avrupalı güçlerle İngiltere arasında şiddetli bir rekabet vardı. Bu arada Amerika kıtasında, plantasyon tarımı gelişiyor ve köle ihtiyacı büyüyordu. Özellikle Hollandalıların geliştirdiği şeker kamışı tarımı, büyük bir üretim ve pazar imkânı doğurmuştu. Portekizliler ve Hollandalılar ele geçirdikleri Brezilya plantasyonlarında Afrikalılara ihtiyaç duyuyorlardı. İngilizler, Afrikalı kölelerin yanı sıra, hapishanelerdeki suçluları da şeker kamışı, tütün ve pamuk üreticilerine sattılar. Mahkûm işçiliği, üreticilerin artan ihtiyaçlarını karşılamaya elbette yetmiyordu. Tüccarların yanı sıra, “köleci çeteler” de devreye girdi. Bunlar daha büyük miktarda köleyi daha ucuza satabiliyorlardı. İngiltere’nin korsanlara karşı mücadelesinde bu rekabetin de önemli bir payı vardı.

Portekiz ve İngiltere, köle ticareti yapan en “başarılı” iki ülkeydi. Afrikalıların yaklaşık %70’i Amerika’ya taşındı. Yalnızca İngiltere, 3,1 milyon Afrikalıyı Karayipler, Kuzey ve Güney Amerika ve diğer ülkelerdeki İngiliz kolonilerine taşıdı.

1660’tan itibaren İngiliz Kraliyeti çeşitli şirketlerin İngiltere’ye yerleşmesini sağlamak için yeni yasalar çıkardı ve örneğin Hollandalı, Portekizli şirketler de, işlerini İngiltere’den yürütmeye başladılar. Böylece Krallık, köle ticaretinde tekeli ele geçirdi.

1698’de İngiliz tüccarlar tam bir egemenlik sağladılar. Köle ticareti birçok İngiliz limanından yapılmaktaydı, ancak en önemli üç liman Londra, Bristol ve Liverpool’du. Köle Ticareti Yasası uyarınca, köle ticareti bu üç limanla sınırlıydı ve bu kentler, bu ayrıcalık sayesinde son derece zenginleşti.

Tekel diğer tüccarlar tarafından tepkiyle karşılandı. Sınırlı köle ve yüksek fiyatlar, genellikle çoğu diğer uluslardan, özellikle Hollandalı yasadışı tüccarların güçlenmesine de yol açtı. Tüccarlardan ve üreticilerden yükselen muhalefet o kadar güçlüydü ki, tekel kaldırıldı.

Bu süreçte, Kraliyetin desteklediği Doğu Hindistan Şirketi işin içindeydi. Yalnızca Doğu Afrika’dan değil, aynı zamanda Afrika’nın Batı Kıyısı’ndan da köle topluyordu.

Şirket, zamanla politik bir oluşum hâline geldi, 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Britanya emperyalizminin güçlü bir aracı olarak kullanıldı. 19. yüzyılda Çin’deki faaliyetleri Britanya etkisinin Çin’e yayılmasında etkili oldu. Daha önemlisi, Şirketin kendine ait büyük bir ordusu mevcuttu ve bu orduyla Hindistan’ın önemli bölümünü kontrol etmekteydi.

Şirketin Hindistan üzerinden yaptığı ana ticaret maddeleri afyon, pamuk, ipek, çivit boyası, tuz, güherçile ve çaydı. Güçlü özel ordusu sayesinde, Hindistan’ın büyük kısmını yönetimi altına aldı. Ancak 1857’deki büyük “Sepay Ayaklanması”, Hindistan’da ana idare yetkilisi durumunda olan Batı Hindistan Şirketi’nin özellikle yukarı Ganj ile merkezi Hindistan bölgesine yayılmış iktidarını büyük ölçüde sarsıntıya soktu. Ayaklanma, büyük katliamlara yol açtı ve şirketin itibar kaybıyla sonuçlandı. Ardından 1858’de İngiltere tarafından çıkarılan “Hindistan Hükümeti Yasası”yla Hindistan’da yönetim, şirketten alınarak doğrudan Britanya Krallığı’na verildi. Şirket 1874 yılında feshedildi.

Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde önemli bir dönüm noktası olan Sepay Ayaklanması’nı önümüzdeki ay tozlu raflardan indireceğiz.

 

Londra 5. Kitap Şenliği’nde buluştular

0

Londra’da yapılan Kitap Şenliği Fieldseat ev sahipliğinde 5. kez gerçekleşti. Şenliğe çok sayıda yazarın yanı sıra şair, tiyatrocu, sinemacı ve ressam da katıldı. Kitap Şenliği’nin son günü olan 27 Kasım akşamı yapılan programa katılan yazar Aydın Çubukçu’ya onur ödülü verildi.

18 Kasım’da başlayıp 27 Kasım’da sona eren şenlik için yüzlerce kitap da hazır bulunduruldu. Yazarların kitaplarını da imzaladığı etkinliğe Londralıların ilgisi büyük oldu.

Mehmet Ali Alabora, Suat Eroğlu, Süreyya Akay, Kemal Sahir Gürel, Canan Aktaş, Dursaliye Şahan, Ali Poyraz, Fergül Yücel, Kamil Küpeli, Zöhre Ülger, Melisa Yıldırım, Hüseyin Kaplan, Günyol Bakoğlu, Pelin Markirt, Onur Akın ve Aydın Çubukçu’nun konuşmaco olduğu 10 günlük şenlikte, Suna Alan ve Sel-Trio bir müzik dinletisi sundular.

“Artık bir şeyler yapmalıyım”

Şenliğin son etkinliği, sanatçı Mehmet Ali Alabora’nın moderatçrlüğünü yaptığı ve Aydın Çubukçu, Pelin Markirt ve Onur Akın’ın konuşmacı olarak katıldığı etkinlik oldu.

Günyol Bakoğlu’nun Aydın Çubukçu’yu kısaca anlattığı sunumunda, “Koca Bizim 68’i hazırlayan Aydın Çubukçu hiç kendisinden söz etmemiş” diyerek, edebiyata, sanata ve düşünceye yaptığı katkılara vurgu yaptı.

Daha sonra Çubukçu’ya “Sanata, Edebiyata ve Hayata” katkılarından dolayı “Onur Ödülü” verildi. Mehmet Ali Alabora ve Fieldseat yöneticisi İrfan Şahin tarafından sunulan ödülden sonra konuşan Çubukçu, “Bazen bu tür ödüller, bir ayağı çukurda olan ve sırtını pışpışlamak için verilir. Bazen bir şeyler yapmak için verilir. Ben çok şey yapmadım. Bu ödülden sonra artık bir şeyler yapmalıyım” diyerek etkinliğe emeği geçen herkese teşekkür etti.

 

Namık Kemal ve Paris Komünü

Londra’da her toplumsal ve tarihsel kıpırdanışın izini süren Faruk Eskioğlu, epey bir zamandır Namık Kemal’in Londra günlerini mercek altında tutuyor. Laf aramızda Faruk, bir Osmanlı Aristokrat ailesine uzanan kökleri içinde Namık Kemal’in akrabasıdır aynı zamanda. Ona bir selam çakarak lafa devam edelim. Konumuz ünlü “Vatan Şairi” Namık Kemal ve Paris Komünü!

Namık Kemal, Londra’da “Hürriyet” adlı “devrimci” bir gazete çıkarmaktadır. Yıl 1867-1870 arasıdır, Marx da, Kapital’in birinci cildini tamamlamış ve o da Londra kütüphanelerini alt üst emektedir. Avrupa’da devrimci işçi hareketlerinin epeyce bir etkili olduğu o tarihlerde Birbirlerinden habersiz bu iki adam, birbirinden çok farklı hedeflere yürüyerek bir şeyleri değiştirmeye çalışmaktadırlar. Namık Kemal “Vatan” kurtarma peşindedir, Marx dünya devrimi… Ama aynı zaman diliminde, pek çok Osmanlı aydını, yalnızca Londra’da değil, özellikle Paris ve Berlin’de harala gürele “hürriyetçi” gazeteler çıkarmakta, gurbette sürgün devrimciliği yapmaktadır. Yalnız yazıp çizerek değil, bir ülkeden diğerine koşuşturup kaynayan dünyanın halini anlamaya, kendi ülkeleri için neler yapılabileceğini öğrenmeye çalışmaktadır. Kimi sürgün, kimi ateşli meraklar içindeki bu aydınlardan üçü, aynı zamanda Namık Kemal’in en yakın arkadaşları olan Mehmet, Reşat ve Nuri Bey’ler de önce Fransa-Prusya savaşında Fransa’nın tarafını tutmuşlar, daha sonra Paris kuşatması sırasında da Paris halkının yanında 72 gün süren Paris Komünü’ne katılmışlardır.

Namık Kemal de bir Komün taraftarıdır. Bizzat katılmasa da oradaki arkadaşlarından ve muhtemelen İngiliz basınından öğrendiklerine dayanarak, İstanbul’a döndüğünde “İbret” gazetesinde bu konuyu işler.

Günümüz Türkçesine uyarlayarak okuyalım:

“Komün taraftarları hakkında daha önce İbret’te onların hakkaniyetle icra ettikleri eylemleri ve haklarında söylenen dayanaktan yoksun iddialara dair iki buçuk sütuna kadar delil gösterilmişti. Far dö Bosfor (adlı, İstanbul’da yayınlanan Fransızca gazete) ise –Mösyö Tier’le aynı fikirde olduğundan, Komünarların yakıp yıkıcılığından söz ediyor. Far dö Bosfor’un İstanbul’da çıkan gazetelerden bilgi almakta gösterdiği kemale bakılırsa Avrupa’da geçen olaylardan haberdar olmasına güvenemiyoruz. Kendisine şunu hatırlatırız ki, bahsettiği makalenin yazarı daha Versayılıların silahlı zulmuyle dökülen kanlar sokaklarda akmakta iken Paris’te idi. Mahkemelerde Komünarları savunan, avukatları dinledi. İki tarafın düşüncelerini yayan gazeteleri okudu. Fransa subaylarının düşman (Prusyalılar) karşısında gösterdikleri alçaklığın acısını vatan evlatlarından çıkarmak isteyip insafsızlıkta ne mertebeye ulaştıklarını tam olarak gördü. Binaenaleyh bunların hem hasım ve hem hakim olarak Komünlere yönelttikleri suçlamalar arasında falan şöyle yapmış, falan bunu itiraf ediyor yollu iftiralarına inanamaz. Versay’ın hiç bir şeyi yalana çevirmekten kaçınmıyan casuslarıyla o mahut Jezvit güruhu meydanda iken insan toplumunu düzeltmeyi amaçlayan ve amaç uğrunda canını feda etmeyi göze almış olan bu insanlara petrolcü (kundakçı, benzin dökerek yakan) sıfatını kullanmak gibi kötülüğü yakıştıramaz. Yine tekrar ederiz ki Kom ün taraftarları bir şeyleri tahrip etmek isteselerdi ellerinde bulunan toplarla iki saat içinde bütün Paris’i mahvetmeğe muktedir idiler.”

Anlaşılan, o zaman İstanbul’da da, Komün hakkında yalan yanlış haberler yayanlarla, Komün taraftarları arasında epeyce yüzeysel bir tartışma yürümüş. İlginç olan, Komün taraftarlarının, sosyalizm adına hemen hiçbir şey bilmeden, yalnızca ayaklanan halkın mücadelesini savunmalarıdır. Namık Kemal gibi, “felek esbab-ı cefasın’ toplasın gelsin, / dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” diye yemin etmiş bir vatanseverin başka türlü davranması beklenemezdi.

Komüne katılan arkadaşları ise, Paris’teki kanlı bastırmadan ve yargılamalardan sonra altı ay daha Paris’te kalmışlar, ancak herhangi bir kovuşturmaya uğramamışlardır. Anlattıkları “korkunç çatışmalar”a katılmaktan ziyade, olayı anlamaya çalışarak ortalıkta dolaştıkları, en fazla yaralılara yardım etmekle yetindikleri anlatılıyor.

Ebüzziya Tevfik Yeni Osmanlılar Tarihi’nde, onların öyküsünü şöyle anlatır:

“Birbirlerinden ayrılmayan bu üç arkadaşa, Fransızlar tarafından Üç Türkler adı takılmış ve her nereye bir şarapnel, bir obüs düşüp de birçok askeri yaralasa, bu üç arkadaş derhal orada hazır bulunarak yaralılarla meşgul olup onların hasta barakalarına taşınmasına yardım etmişlerdir. Bunlar Fransız askeri kıyafetiyle beraber, milli serpuşumuz ve gerçek deyimi ile ‘püsküllü belamız’ olan fesi başlarında bulundurdukları için Üç Türkler deyimi, adeta istihkamların bir yerinde ‘şefkat’ deyimine eşit tutulmuştur.

Arkadaşların sonu ise, Mehmet Emin Bey hariç, katıldıkları ayaklanmanın şanına pek yakışmamıştır. Mehmet Emin Bey, Komün’ün yenilgisinden üç yıl sonra 1874 yılında genç yaşta gırtlak kanserinden ölmüştür. Reşat Bey, II. Abdülhamid döneminde paşa olmuş, Kudüs Mutasarrıflığına kadar yükselmiştir. Mustafa Nuri Bey ise, Saray kâtipliği ve Reji müdürlüğü yaparak hayatını sürdürmüştür.

 

National Gallery’deki “Türk”!

Avrupa sömürgeciliğinin çok önemli özelliklerinden biri, egemenliği altına aldığı toprakların doğasını, insanını, yer altı ve üstü kaynaklarını bilimsel yöntem ve araçlarla kılı kırk yararcasına incelemesidir. Keşfedilen, ya da ele geçirilmek istenen coğrafya parçasına giden gemiler, yalnızca asker değil, aynı zamanda dilbilimci, biyolog, jeolog, tıp hekimleri ve edebiyatçılar taşırdı… Bunu elbette “bilim gelişsin” diye değil, egemen oldukları yeni toprakları tam olarak kendi mülkleri haline getirmenin yolunu aradıkları için yaparlardı. Bilirlerdi ki, egemenlik denilen şey yalnızca siyasi ve askeri zorla değil, derinlemesine bilgi gücünün bunlara katılmasıyla sağlanırdı.

İngilizlerin Ortadoğu’daki en önemli istihbaratçıları, zamanın en önemli arkeologlarıdır. Thomas Edward Lawrence, Gertrude Bell, Michael Buch ve ünlü “Ortadoğu Mimarı” Sykes bunların en önde gelenleridir. Sümer, Akad, Asur uygarlıklarını bulup çıkaran, sonra da bugün büyük ihtişamla British Museum’da sergilenmeye devam eden uygarlık kalıntılarını Londra’ya taşıyanlar onlardır. Yalnızca kazıp çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihini aydınlatan olağanüstü bir bilgi birikim yaratmışlardır.

Arkeoloji ve casusluk konusunu başka bir tozlu sayfaya bırakalım. Bu yazımızda, National Gallery’nin portreler bölümünün küflü koridorlarından tarihin tozlu sayfalarına bir “Türk” getiriyoruz.

Edward William Lane, Doğu sanatlarını incelemek ve Arapça öğrenmek üzere 1825’te Mısır’a, İskenderiye’ye gelir. O sırada, Mısır Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yönetiminde büyük reformlara sahne olmaktadır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, reformlarını gerçekleştirmek için, pek çok Avrupalı bilgin, asker ve siyasetçiyi ağırlamaktadır. Lane, Bir Türk gibi giyinip yaşar, Müslüman gelenek ve görgü kurallarını takip eder, kendisini Mansur Efendi olarak adlandırır. İzlamiyetin yasakladığı yiyecekleri yemez, şarap içmez, yemekte bıçak ve çatal kullanmaz. Lane, o dönem Doğu hayatını öylesine benimsemiştir ki, Mısırlı erkekler gibi, eğitmek için sekiz yaşındayken satın aldığı Nefise adlı kölesiyle evlenir. Mısırlıların tam güvenini kazanır ve hatta bir İngiliz olduğunu bile unutturur. Mısırlılar, ondan duygularını, düşüncelerini herhangi bir kısıtlama uygulamadan paylaşır. Hıristiyan olduğunu açıklamaz, ama inancını Hz. İsa hakkında Kuran’da yazılanları tekrarlayarak savunur.

Arapçasını, bu dilde düşünüp yazacak kadar geliştirir ve gördüğü her şeyi not almaya başlar. Özellikle Mısır’ın Arap ya da Müslüman olmayan halklarının, Kıptilerin, Yahudilerin ve Hıristiyanların özgün kültürlerini, yaşayış tarzlarını, gündelik hayatlarını inceler. Kuran’dan seçtiği kimi bölümleri İngilizceye çevirir. Aynı zamanda iyi bir ressam olan Lane, Mısırlıların gündelik hayatlarına, geleneklerine ve alışkanlıklarına ilişkin pek çok desen çizer. Halk şarkılarının notalarını çıkarır, müzik aletlerini resimlerle tanıtır. Bütün bunları yaparken, 24-25 yaşlarındadır. Çok merak ettiği fakat bir türlü iç dünyalarına giremediği kadınları incelemek üzere kız kardeşi Sophia Lane Poole’ü Mısır’a getirir. O da, özellikle hamamlar ve harem hayatı hakkında bilgi toplar. İzlenimlerini “Kahire Mektupları” adıyla yayınlar.

Lane, ayrıca “Bin bir Gece Masalları”nı da İngilizceye çevirir. 1842’de büyük bir Arapça-İngilizce Sözlüğü üzerinde çalışmaya başlar, ancak 1876’da, Arap alfabesinin 21’inci harfi olan Kaf harfine geldiğinde ölür.

Edward William Lane, belki meraklı bir serüvenci ama yanı zamanda oryantalist, çevirmen ve sözlükbilimci olarak önemli çalışmalar yapmış bir bilim insanıydı.

 

Paçavralar içindeki muhteşem kuvvet

1844 yılının kış aylarında genç bir adam, elinde bir defter ve kalemle İngiltere’deki iplik eğiricileri, dokumacılar, örgü ve dantel fabrikaları işçileri, kadın terziler ve şapkacılar, cam ve metal işçileri, maden ve tarım proletaryası arasında dolaşıyor, işçilerle söyleşiyor, gördüğü duyduğu her şeyi not ediyordu. Amacı, makinelerin hızla sanayiye girdiği toplumda meydana gelen değişiklikleri incelemek, ama asıl olarak bu değişim içinde işçilerin durumunun ve daha ileri bir değişim için onların nasıl bir etki gücü taşıdığını görmekti. Kendisinden önce de, Fransa’da, Almanya’da işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşulları üzerine yazılmış eserler vardı; ama onlar sınıfın potansiyel devrimci gücünü incelemek yerine sefaletin resmini çekmekle yetinmişlerdi.

24 Yaşındaki genç, sanayinin teknik gelişimini, ekonominin yapısını, sosyal hayat koşullarını anlatan eserleri incelemiş, fabrika raporlarını okumuştu ama bunların ötesinde, işçilerin kendisine anlattıklarını bütün bu kitabi bilgilerden daha önemli görüyordu. Henüz sosyolojinin emekleme çağında olduğu ve esas olarak toplumsal hareketleri önleme bilimi olarak geliştirilmeye çalışıldığı bir dönemde, yüz yüze görüşmeler, anketler gibi saha araştırma tekniklerini uygulayarak sınıf hareketinin geliştirilmesi yollarını arıyordu.

Araştırmasında en çok önem verdiği yazılı kaynakların başında, işçiler üzerine sayısız haberlerin yayımlandığı Çartistlerin gazetesi “Northern Star” geliyordu. Ayrıca başka birçok gazete ve dergilerden işine yarayacak bilgileri bulup çıkarıyor, üzerinde çalıştığı kitabının taslağını olgunlaştırıyordu.

Kısa süre önce tanıştığı dostu Karl Marx’a yazdığı mektubunda: “İngiliz proletaryasının durumu üzerine olan kitabımı derledi­ğim, İngilizce gazete ve kitapların içinde tepeme kadar gömülmüş oturuyorum şu anda” diyordu.

Günümüzden tam 176 yıl önce Mart 1845’te kitabın yazımı bitti. Adı, “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” idi ve genç yazar Friedrich Engels’ti.

Doğrudan doğruya işçi sınıfının farklı işkollarında çalışan üyeleriyle neredeyse birlikte yazılmış olan bu kitap, kapitalist üretimin bir dizi yasalarını ilk olarak keşfeden gözlemlerle doludur. Düzenli aralarla tekrarlanan ekonomik bunalımlar, işsizlerden oluşan sanayi yedek ordusunun ortaya çıkışı, kapitalist üretimin yaygınlaşması ve fabrika sisteminin gelişmesiyle tüm emekçilerin üzerinde sömürünün artması, henüz Kapital yazılmadan önce, gözlemlere dayanarak ifade edilmiştir.

Marx’a yazdığı bir başka mektubunda, “İngilizlere güzel bir suçlar listesi hazırlıyorum” diye yazmıştı.
“Tüm dünyanın önünde İngiliz burjuvazisini, kitleler içinde cinayet, soygun ve tüm diğer suçları işlemekle itham ediyorum. Bunun için özel olarak çoğaltıp İngiliz parti başkanlarına, yazarlarına ve meclis üyelerine göndereceğim. Bir İngilizce önsöz de yazıyorum. Herifler beni anımsasınlar. İngiliz burjuvazisi kadar kötü, ama eziyet etmekte onlar kadar yürekli, tutarlı ve becerikli olmayan Alman burjuvazisi” de bu suçlamaların aynı zamanda kendilerine yöneltildiğini göreceklerdir.

Genç Engels’in bu heyecanlı sözleri, kapitalist toplumun gerçek yüzünü görmüş ve göstermiş olmasından kaynaklanıyordu. 24 yaşındaki Engels, proletaryanın sefalet ve umutlarını derinliğine tanımayı ve betimlemeyi bilmiş, onları yalnız sermayenin baskısı altında acı çeken değil, insanlığa yaraşır bir yaşam için savaşan ve kapitalist kölelik zincirlerini son halkasına kadar parçalamaya gücü yeten insanlar olarak göstermeyi de başarmıştı. Bu yapıta damgasını vuran şey, feci durumunun bilincine varan, çektiği acıların suçlusunu tanımaya başlayan ve egemen düzeni ortadan kaldırma yolunu arayan işçinin görkemli kişiliğidir.
Yapıt, burjuvaziye karşı açıkça kin, işçi sınıfı içinse derin bir sevgi ile doludur. Bununla birlikte burjuvazi, “kurtarılacak insanlar” listesinde de yerini almıştır! Çünkü ona göre, “komünizm salt bir işçi sınıfı partisi öğretisi değildir, kapitalistler de dâhil, şimdiki sınırlı koşullardan tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir teoridir.”

 

Romantik, burjuva ve sosyalist: Robert Owen

Hayatının büyük kısmını ve yıllar boyu biriktirdiği sermayesini, komünist koloniler kurmak için harcayan bir burjuvayı hayal etmek, bizim çağımız için oldukça zordur. Ama işçi sınıfının sanayi devrimiyle birlikte olağanüstü büyüdüğü, derin yoksulluk içinde yaşamaya çalışan yığınların “başka bir hayat” arayışıyla toplumsal bir güç halinde ortaya çıktığı 19. yüzyıl koşullarında böyle insanlar birer kurtarıcı kimliğiyle ortaya çıkabiliyordu. Owen, işçilerin büyük çoğunluğunun en düşük ücretlere mahkûm olduğunu, ailelerin çoğunun bir odadan ibaret evlerde yaşadığını, hırsızlık, sarhoşluk ve diğer kötü alışkanlıkların gündelik hayatı zehirlediğini, işçi çocuklarının hemen hepsinin sürekli hasta olduğunu gözlemliyor ve bunların düzeltilmesi için çareler arıyordu.

Vicdanlı, dürüst ve adalete inanmış bir insan olan Robert Owen, çarenin sosyalizmde olduğunu gördü. Böylece, İngiliz Ütopik sosyalizminin en saf, en romantik, en inançlı militanlarından biri oldu. Yönettiği ve sahibi olduğu fabrikalarda, işçiler ve aileleri için “ideal yaşam koşulları” yaratmak için radikal planlar geliştirdi. Daha sonra, yeterince para buldukça, fabrikaların dışında, topluma örnek olacağını umduğu “komünist koloniler” kurmaya girişti. Sağlıklı konutlar, okullar, küçük hastaneler, kreşler ve dinlenme alanları bulunan yerleşim alanlarıydı bunlar. İşçiler tatmin edici ücretler alıyor, sağlıklı ve huzurlu yaşıyorlardı buralarda.

Barınma, eğitim, sağlık ve refah, Owen’in başlıca öncelikleriydi. İnsanın karakteri üzerinde toplumsal çevre ve eğitimin en önemli etkenler olduğunu düşünüyordu. Kendi yarattığı toplumda aklın ve adaletin hâkim olduğu iyi insanlar toplumunu gerçekleştirmek için öncelikle bunlar yaratılmalıydı. Ayrıca, vasıflı işçi olan annelerin, bebeklerin ve çocukların bakımı gibi yüklerden kurtulduklarında daha verimli olabileceğini, ailenin huzur ve mutluluğunun erkek işçileri de daha çalışkan ve namuslu yapacağına inanıyordu.

Engels, onun hakkında, şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Owen, en gelişmiş kapitalist üretim ülkesinde ve bu üretimin doğurduğu çelişkilerin etkisi altında, doğrudan doğruya Fransız materyalizmine bağlanarak, sınıf ayrılıklarının ortadan kaldırılması üzerindeki önerilerini sistemli olarak geliştirdi. Ona göre, sosyalizm mutlak doğruluk, mutlak akıl ve mutlak adaletin dışavurumudur.”

Komünal işletmecilik düşüncesini 18827’de Amerika’da, Indiana’da, “New Harmony” adını verdiği yerde gerçekleştirebilme şansı buldu. İki yıllık bir denemeden sonra işler yolunda gitmedi ve işletmenin iflas etmesiyle bu iyimser komünist toplum projesi sona erdi.

Owen, 1840’larda Hampshire’ın kırsal kesimde işsizlik, yoksullaşma ve sakat bırakan yetersiz beslenme sorunlarının bütün toplumu sardığı bu bölgede, bir denemede daha bulundu. Bölgede, 1830’lardaki Swing isyanları sonrasında huzursuz ve rahatsız bir nüfus doğmuştu. Hampshire’daki Queenwood Çiftliği’nde yeni bir komünal yerleşim yaratmaya girişti.  1000 dönümlük araziyi kiraladı ve yerleşim merkezi olarak Harmony Hall adında büyük bir bina inşa etti. Yeterli sermaye yoktu ve 500 işçiyi kapsamayı amaçlayan topluluk, ancak yüz kişiye ulaşmıştı. Bu, fonları tüketen hazin bir başarısızlıktı.  Owen, kendisini sendikalarda, kooperatiflerde düşüncelerini yaymaya, yasa tasarıları hazırlayıp parlamentoda kabul edilmesini sağlamaya adadı. “Sekiz saat çalışma, sekiz saat eğlence, sekiz saat dinlenme” sloganı ona aittir. Karl Marx ve Friedrich Engels, onun ütopik düşüncelerini, kendilerinin öncellerinden biri olarak değerlendirmişlerdir. Engels, gençlik yıllarında Owen’ın çıkardığı bir gazetede çalışmıştı.

Hayatı boyunca bütün dinlere karşı olan Owen, 83 spiritüalizme yöneldi. Benjamin Franklin, Thomas Jefferson ve diğerlerinin ruhlarıyla irtibat kurduğunu iddia etti. Bunların amacının, “insan varoluşunun mevcut, yanlış, parçalanmış ve sefil halini gerçek, birlik ve mutlu bir duruma dönüştürmek… dünyayı evrensel barışa hazırlamak ve tüm ruhlara aşılamak” olduğunu açıkladı.

Hayatının çoğunu İngiltere ve İskoçya’da geçirmiş olmasına rağmen, Owen son yıllarında memleketi Newtown kasabasına geri döndü. Orada 17 Kasım 1858’de, oğulları tarafından kurulan bir vakıftan elde edilen yıllık gelir dışında beş parasız öldü.

 

Ütopyadan bilime: Thomas More

Çağlar boyunca insanlığın en temel özlemi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik üzerine kurulmuş adaletli bir toplumda, bolluk içinde ve sağlıklı yaşamak olmuştur. Bunu bazen inançlar içinde ifade etmiş, kimi zamanda isyanla, ayaklanmayla kurmak istemiştir. Fakat ilk kez sistemli bir toplum tasviri halinde yazmak, Thomas More adlı bir İngiliz aydınlanmacısının başarısı olmuştur. Eserine UTOPİA adını vermiştir. İdeal bir toplum içinde, kardeşçe, eşit ve neredeyse yasasız yaşayan insanların yurdudur burası.

Ütopya’nın yazarı, Avrupa’nın Ortaçağ’dan çıkış sancıları çektiği bir dönemde, Fransa, İtalya, Hollanda ve Almanya’da, büyük bir yenilenme düşüncesinin doğup geliştiği bir ortamda hayal ettiği yeni bir dünya özlemini dile getirmiştir.

Thomas More, Kral VIII. Henry’nin yanında onun hayran olduğu bilge öğretmeni olarak büyük bir itibar sahibiydi. Fakat Kralın, özel hayatındaki ahlaksızlıklarına kendi keyfine göre din icat ederek kılıf uydurmaya çalışmasına şiddetle karşı çıktı ve bunun cezasını o bilgi dolu kafasını cellâda teslim ederek ödedi. Zaten önceden şöyle söylemişti: “Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı, insin gitsin tahtından.”

Nasıl bir dünya düşlüyordu Thomas More?

Utopia’nın öteki kentlerinden ne daha büyük ne de daha güzel olan başkent Amaraute, surları, taş köprüleri, geniş ve çamursuz sokakları, rahat evleriyle, temizliği ve ferahlığıyla zamanın büyük kentlerine hiç mi hiç benzemiyordu. Bu rastgele uydurulmuş bir kent tasviri değildi. Zira zamanın Londra’sı, sokaklarından lağımlar akan, derme çatma evlerde binlerce yoksulun yaşadığı bir kentti. Zorla başlarını soktukları daracık evlerde sürünerek ölünceye kadar yaşamak zorundaydılar. Thomas More, bu korkunç manzaraya bakarak, Utopia’lıların her on yılda bir, numara çekerek, evlerini değiştirebildiklerini, başka bir güzel ve sağlıklı eve taşındıklarını hayal etmişti. Bu kural, diğer yandan mülkiyet duygusunu “terbiye” ediyordu. More, ömür boyu aynı evde oturan bir kişinin, o evi artık kendi öz malı saymasından daha doğal bir şey olamayacağını biliyordu. Ona göre, böylesine köleleştiren bir mülkiyet duygusunun gelişmesini ise önlemek gerekirdi.

Utopia’da para diye bir şey yoktur. Her evin başı, çarşıya gidip, istediği kadar eşya ve yiyecek alır. Her şey bol olduğu, herkes de yöneticilere güvendiği için, çarşıdan gerektiğinden fazla eşya ya da yiyecek almak, aklından bile geçmez bir Utopia’lının.

Yurttaşların ekonomik açıdan eşitliği üstüne kurulduğu için, gerçek anlamda bir demokrasi olan Utopia’da, bu eşitliğin bir simgesi olarak, herkes bir örnek giyinir. Ancak kadınlarla erkeklerin, bekârlarla evlilerin kılıkları arasında bazı küçük ayrımlar vardır. Yöneticiler ve din adamları da, tıpkı öteki Utopia’lılar gibi giyinirler. Kışın da yazın da giyilebilen bu giysilerde “hem güzellik, hem de rahatlık aranır.”

Utopia’lılar, kıymetli taşları cilalayıp, oynasınlar diye küçük çocuklara verirler. Bunların pırıltısından ilkin hoşlanan çocuklar, büyüyünce bebeklerinden ve öteki oyuncaklarından vazgeçtikleri gibi, bunlardan da vazgeçerler. Yıldızların, ayın, güneşin ışığını görebilen yetişkin bir insanın, elmasların cılız pırıltısına kapılmasını, aklın alamayacağı kadar saçma bulur Utopia’lılar. Onun için Utopia’lılar, tabaklarla kupalarını, güzel işlenmiş topraktan ya da camdan; en bayağı ev eşyasını da, yani lazımlığı da, altından yaparlar.

Utopia’da yasa sayısı çok azdır; çünkü bu toplumun üyeleri hem kusursuz bir biçimde eğitilmiş ve örgütlenmiştir; hem de özel mülkiyet olmadığı için, neyin kimin malı olduğunu saptamaya çalışan ve Avrupa’da yıllarca süren davalara ve bunlarla ilgili yasalara gerek yoktur. “Bir insanın, ya okuyamayacağı kadar çok, ya da anlayamayacağı kadar şaşırtıcı ve karanlık yasalarla bağlanmasını, hak ve adalete aykırı bulur Utopia’lılar.”

Thomas More, 500 yıl önce düşünüp söyledi bunları. Kendisinden üç yüz yıl sonra bu hayali bilimsel bir programın konusu haline getirmek, Karl Marx’ın işi oldu.